Her şey Socrates’le başladı ve bitti aslında!
Her şeyi Batı'ya göre gören, gösteren, tam anlamıyla sömürgeci bir eğitim sistemi, çocuklarımızın beynini katletti, ruhunu yok etti. Her şeye, kendimize bile Batılı perspektiflerle bakan epistemik kölelik biçimleri üretti. Her şeyi Greklerden başlatıyoruz.
Türkiye, kölecesine taklit ediyor Batı'yı; Batı'daki her şeyi. Batı'yı bizim kadar fütursuzca, sorgusuz suâlsizce taklit eden çok az toplum var şu çivisi çakmış dünyada.
Çok büyük bir medeniyet krizi yaşadık biz. Tanzimat'la birlikte yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizi; 13. yüzyılda 1258'de İslâm medeniyetinin kalbi Bağdat'ın düşüşü ve 1226'da Endülüs'ün her şeyi Kurtuba'nın kaybedilişiyle yaşadığımız birinci medeniyet krizine nazaran daha sarsıcı, daha yıkıcıydı.
Birinci medeniyet krizinde Müslümanlar Haçlı ve Moğol saldırıları sonrasında bu dünyadaki her şeylerini kaybettiler ama imanlarını kaybetmediler; iki asır öncesinden gelen tehlike görülüp hazırlık yapıldığı için.
İki asırdır yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizi, bizim kendimize olan güveni, dolayısıyla ruhumuzu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmamızla sonuçlandı.
Görece daha yumuşak Osmanlı modernleşmesiyle başlayan ve Cumhuriyet’in radikal modernleşme projesiyle süren bu ikinci medeniyet krizi, bu toplumun ruh köklerinin kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açtı.
Sömürgeci eğitim sistemi, mankurtlaştırıcı medya rejimi ve yabancılaştırıcı kültür dünyası, Batılılar tarafından dışarıdan fiilen sömürgeleştirilemeyen Türkiye’nin içeriden Batıcılar tarafından zihnen sömürgeleştirilmesine yol açtı.
Türkiye, ulemanın başını çektiği öncü kuşaklarını kaybetti, zihnî çağdaş hurafeler çöplüğüne dönen, celladına âşık tasmalı çekirgeler zuhûr etti. Öyle ki, Türk toplumu dünyada başına ne geldiğini bilmeyen tek toplum olarak tarihe geçti.
Körkütük taklit, zihni felçleştirdi, kalbi körleştirdi, ruhu ölmenin eşiğine sürükledi.
Her şeyi Batı'ya göre gören, gösteren, tam anlamıyla sömürgeci bir eğitim sistemi, çocuklarımızın beynini katletti, ruhunu yok etti. Her şeye, kendimize bile Batılı perspektiflerle bakan epistemik kölelik biçimleri üretti. Her şeyi Greklerden başlatıyoruz. Hiç bir şeyi sorgulama ihtiyacı hissetmiyoruz. Sözgelişi, Socrates, Eflatun ve Aristo'nun felsefenin, dolayısıyla düşünmenin zirveleri, insanlığa düşünmeyi öğreten zirve isimleri olduğu öğretiliyor hâlâ!
Gerçekten öyle mi acaba?
Bendeniz bu yazıda bildik ezberlerimizi yakarak, düşüncenin ve düşünme çabasının Socrates'le bittiğini söyleyeceğim.
Paganizmin yükselişi ve Tanrı'sız arazi
Batılılar, Greklerden itibaren insana insan olarak bakmasını, değer vermesini öğrenemediler. Kendileri dışındakileri “barbar” olarak gördüler, sitenin / şehir devletinin yurttaşı olarak kabul etmediler.
Yurttaşlık, Greklerde bir dine bağlılık gibi kutsî bir bağdı: Site'nin yurttaşları, sitenin tanıdığı bütün haklardan yararlanabilirdi. Bir sitenin yurttaşı için site / şehir devleti, dünya demekti; hem cennetti hem de cehennem. Sitenin yurttaşları için cennetti; sitenin yurttaşı olmayan barbarlar içinse hapishane, dolayısıyla bir tür cehennemdi. Grek olmayanın hiçbir hakkı yoktu. Grek olmayan barbardı, köleydi, Aristo da, Eflatun da kölelikten şikâyet etmemişlerdi. Onların vazifesi oydu: Grek olmayanlar, dolayısıyla köleler, kendileri gibi, Grekler gibi insan değillerdi; yurttaşın sahip olduğu bütün haklardan mahrum, insanaltı ayrı bir türdü aslında.
Bu narsisizm biçimi, sadece Greklere özgü değildi elbette. Romalılar için de geçerliydi bu; İtalyan şehir devletleri için de, İspanyol, Portekiz ve bütün diğer Avrupalı sömürgeci ülkeler için de. “Batı ve diğerleri” diye ikiye ayrılmıştı insanlık. Daha doğru bir ifadeyle, Batı insandı, diğerleri ise köleydi, barbardı; sözümona “uygarlaştırma misyonu” gerekçesiyle Batılıların her tür tecavüzüne, saldırısına, işgaline layıktı.
Dünyaya “insan hakları, demokrasi, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” gibi ayartıcı kavramlarla, hem tahakküm ettiler hem de tecâvüz! Pagan tecrübenin geleceği yer burasıydı kaçınılmaz olarak.
Pagan tecrübenin en keskin ve kesin özellikler taşıyan örneği, antik Yunan tecrübesidir. Pagan tecrübe, fizik gerçekliği eksene alır; fizikötesi gerçekliği ise arızîleştirir ve marjinalleştirir. Pagan tecrübenin yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini, fizik gerçeklik belirler. Dolayısıyla, pagan tecrübe, antroposentrik / insan-merkezci, yani insanı tanrısallaştıran bir tecrübedir. Pagan tecrübenin insan, kâinât / âlem ve Tanrı tasavvurunu daha belirgin bir şekilde görebilmemizi mümkün kılan kavramsal formülü, mülk-melekût ilişkisine bakıldığında daha apaşikâr bir şekilde çıkarmamız mümkündür.
- Buna göre, pagan tecrübe, mülk âlemine yani bu dünyaya / fizik gerçekliğe hâkim olma güdüsü etrafında şekillenir: Antik Yunan şehir devletlerinde temel oluşumunu tamamlayan pagan tecrübe, önce ticarî mülke, ardından askerî mülke, son olarak da idarî ve siyasî mülke sahip olunarak üretilir. Örneğin antik Yunan’da mülkün ele geçirilmesi şeklinde işleyen pagan tecrübede melekût âleminin belirleyici ve hatta handiyse hiçbir belirgin rolü ve yeri yoktur. Bu süreç, özellikle doğa-üstünden doğa felsefesine, oradan da sistematik felsefe de dediğimiz insan felsefesine geçiş / giriş sürecinin kilit aktörü Socrates’le birlikte nihâî şeklini almıştır.
Socrates, o ilginç ve yaratıcı bilge kişiliğine rağmen, bugünkü seküler Batı düşüncesinin, kültürünün ve sivilizasyonunun tohumlarının atıldığı süreci tetikleyen düşünür olmuştur: Sokrat bunu, tabiatüstüne düşünmek yerine, insan ve insanın çevresi üzerine düşünmeyi düşünmenin merkezine yerleştirerek yapmıştır.
Böylelikle mythos’tan logos’a geçilmiş ve İnsan artık kendi kaderini kendi eline almış, dolayısıyla mythosla da, tabiatstüyle de, Tanrı’yla da irtibatını büsbütün koparması sonucunu doğuran, insanı tanrısallaştıran süreç böylece başlamış oldu. İnsanın Tanrılaştığı Tanrısız Arazi’nin şekillendirdiği antik Yunan paganizmi, zamanla Hıristiyanlığı da paganlaştıracak, Rönesans ve Reformasyon’la birlikte nihâî şeklini alacak çiçeklenmesini ve oluşumunu böylece başlatmış oluyordu.
Artık sen ona benzeyeceksin!
En temel derdimiz eğitim, kangrene dönüşmüş, varoluş meselemiz!
Niceliğin hükümranlığını pekiştirecek, insanı araçların kölesi hâline getirecek fizik, matematik veya daha genelde pozitif bilimler üzerinden eğitim sisteminin kurulması ihtimali belirdi...
Oysa bu tam anlamıyla felâkettir.
- Pozitif bilimlere de ihtiyacımız var elbette; yüksek teknolojiye ulaşmamız için şiddetle ihtiyacımız var hem de. Ama daha âciliyet kesbeden şey, metafiziktir: Dünyayı ve varlığı, hayatı ve insanı bir bütün olarak kavramamızı sağlayacak metafizik olmadan, atacağımız her büyük adım, bizi bir kez daha büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatmakla neticelenecektir.
Bu yazıda, bütün dünyanın eşiğine sürüklendiği bu cenderenin soykütüğünü çıkararak çıkış yoluna dâir bir iki cümle kuracağım. Picasso’nun çarpıcı bir anekdotuyla giriş yapmak istiyorum yazıya...
Picasso, Stein’ın tam 90 kez resmini çizer.
Siler, çizer... Siler, çizer...
Sonra, son kez, modelsiz çizer.
Stein, resmi görünce, “benzememiş bana!” der.
Picasso’nun cevabı klastır:
Artık sen ona benzeyeceksin!
Şu an, yani yaklaşık iki asırdır, insan, kendine benzemiyor, kendi değil, kendinde değil çünkü.
Hepimiz, istisnasız bütün dünya, Batılıların bizim adımıza çizdikleri bir tablo’nun figüranları gibiyiz.
Gibisi fazla. Bizim için çizilen tablodaki yaratıklarız yalnızca. Biz değiliz.
Socrates’le başlayan ve biten ne?
Önce Socrates vardı.
Her şey Socrates’le başladı ama her şey Socrates’le bitti.
Nietzsche ve şakirdi Heidegger, bir düşünme biçimi olarak felsefenin Socrates’le bittiğini söyledi.
Ama insanlık hele de burada yaşayan, metamorfoz yemiş, celladına âşık bu toprakların insanları, sadece aydınları değil bütün insanları, bize, Nietzsche’yle Heidegger’in söylediklerinin masal olduğunu söyleyip duruyorlar nakarat hâlinde.
Çünkü Socrates’le başlayan şey biterse, bütün hayallerinin suya düşeceğinden, her şeyin biteceğinden, boşluğa sürükleneceklerinden eminler.
Socrates’le başlayan şey neydi?
Pornografi’nin / araçların / niceliğin hükümranlığı. Ayartının yani.
Ayartı pagandır oysa. Böyle söylemişti Baudrillard.
Socrates’i öldürmeliyiz!
Hepimiz paganlarız. Hepimiz Socrates’in çocuklarıyız.
Aristo, Socrates’i, Socrates’in felsefesini ve yaptığı devrimi şöyle özetlemişti bize: “Socrates, felsefeyi gökten yere indirdi.”
İşte bütün düğüm burada gizli. Socrates’in felsefeyi bitirmesi gerçeği de, bizim, bütün insanlığın, Socrates’in ayartısına kapılmamızın, 2500 yıldır üretilen efsaneyi terk edemeyişimizin, kutsayışımızın sırrı da burada gizli yine.
Socrates’in felsefeyi, düşünmeyi bitirdiğini düşünenler acı çekiyor: Düşünmenin bedeli.
Socratesin inşa ettiği efsaneye inanmayı sürdürenler, bütün insanlık, ayartının dünyasını terk etmek istemiyor: Ayartı, heyecan veriyor çünkü. Ayartı, hayattan kaçırıyor, hayatın zorluklarından uzaklaştırıyor insanları çünkü: Pornografinin, dromokratik rejimin nihâî zaferi.
Socrates’i öldürmeliyiz. Socrates’i öldüremezsek, hakikat fikrine bile ulaşamayacağımızı bilmeliyiz.
Socrates’i öldürmeliyiz. Yoksa hayata, hakikate ve ‘ev’e yani kendimize dönemeyeceğiz hiçbir zaman.
Socrates’in sevabı ve günahı!
Socrates’in bir sevabı, bir de günahı vardı.
Socrates’in sevabı, Grek tanrılarını reddetmesiydi.
Socrates’in günahı ise, Grek tanrılarının yerine yeni bir tanrı ihdas etmesiydi: İnsan.
Büyük günah işlemişti Socrates insanı tanrılaştıracak sürecin yapı taşlarını döşeyerek...
Antroposantrizm, Socrates’in ihdas ettiği dinin, yeni paganizm biçiminin adıydı.
Socrates, insanın düşünme ve var olma çabasını, insanı gökten yere indirerek bitirmişti.
Bütün Batı düşüncesinin kuruluş dinamiği, insanı ve hakikati yokoluş dinamitine dönüştürecekti.
Tanrı hayattan sürgün edilecek, insan bu dünyada köleye dönüşecekti.
Birinci sınıf felsefe tarihçileri, Socrates’in girişimini, “disconnection” kavramıyla açıklarlar.
Socrates, insanın, Tanrı’yla tabiatla irtibatını kopardı, bu dünyaya sürgüne mahkûm etti.
İnsan, gökten yere düştü: Yersizleşti, evsizleşti, varlıklar âlemenindeki konumunu, yerini yitirdi, her şeyi yerinden etti. İnsanı mülk âlemine mahkûm etti.
Erdemi bile, bilgiye indirgedi.
İnsanın kendini bilmesi, yegâne ilkeydi.
Güzel.
Ama Tanrı’yla, kozmosla, tabiatla bağlarını yitiren insan, kendini nasıl bilebilecekti ki?
Metafizik olmadan aslâ!
Netice: Batı uygarlığının ontolojisi yoktur. Batı uygarlığı, epistemoloji üzerine kurulmuştur.
Ontoloji, insanın ve hayatın anlamını kavrama yolculuğunun yol haritasını sunar bize: Niteliğin yaşaması ve insanı da yaşatmasıdır.
- Epistemoloji, insanın ve hayatın amaçlarını kavrama yolculuğunu ıskalar, insanın önce tabiata, sonra Tanrı’ya, dolayısıyla insanlara ve dünyaya hâkim olma endişesiyle yaşar: Buysa niceliğin hükümranlığı, insanı ve hayatı kuşatmasıdır: İnsanın amacını yitirmesi, araçları amaçların önüne geçirmesi, araçların kölesine dönüşmesidir.
Socrates’in temellerini attığı, insanın Tanrı’yla, Kâinât’la ve diğer varlıklarla bağlarını koparan, insanı tanrılaştıran antroposantrik dünya çöktü; insan, post-human insan, makinanın kölesine dönüştü.
Bilimin hükümranlığı, kutsanması, makinanın / araçların mutlak zaferiyle sonuçlandı.
Böylesine büyük bir ontolojik yok oluş mevsiminde, hayatın mânâsını kavramımızı sağlayacak, daha âdil, yaşanabilir bir dünya kurmamıza imkân tanıyacak yol, fizik, matematik ya da doğal bilimler değil, metafiziktir.
- Metafiziksiz bir dünya, hem orman kanunlarının hükümranlığını pekiştirecek, hem de insanı bu dünyadan bir kez daha sürgün edecek, Michel Henry’nin yerinde ifadesiyle, “barbarlığın zaferiyle” sonuçlanacak bir dünyadır.
Picasso’nun dediği gibi hepimiz, Batılılara benzemiş durumdayız; onların zihin setleriyle düşünüyor, onların bakış açılarıyla bakıyoruz kendi dünyamıza ve sorunlarımıza bile!
Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâkettir bu.