Gerçekleri çarpıtma aracı olarak dilde “özleştirme”
Akademide “intihal” (çalıntı) büyük bir dert, ilk sıraya o konuluyor. Henüz çaresi bulunamadı, bulunma ihtimali de yok gibi. İkinci sırada, kullanılan kaynaklara sadakat meselesi var. Bu da en az birincisi kadar önemli bir mesele, fakat üzerinde duran yok. Bu da ne demek? Şu demek: Bir kaynak kullanıyorsunuz, onu yerli yerinde kullanmanız, hakkını teslim etmeniz gerekir. Çarpıtarak, yamultarak, tersine çevirerek kullanamazsınız.
“Türkçe yılı” ilânı vesilesiyle, nasıl bir çaresizlik içinde olduğumuzu daha önceki yazımızda anlatmaya çalışmıştık.
- Mesela, bir otoyol yaptıracaksınız, bununun için devlet teşkilatı içindeki kuruluşlar devreye sokulur. Ulaştırma bakanlığı var, buna bağlı Karayolları Genel Müdürlüğü var. Karayolları Genel Müdürlüğü işin nasıl yapılacağını, hangi teknik özellikleri taşıyacağını, maliyetini hesaplar, projelendirir. Böyle bir işi devlet kendisi yapabilir yahut da ihale açar, özel firmalara yaptırabilir.
“Türkçe yılı” eğer bir proje ise, bu projenin hayata geçirilmesi için devlet teşkilatı bünyesinde muhatap bir kurum var mıdır?
Vardır, ama yoktur!
Varlığı ile yokluğu anlaşılamayan bir “Kurum” vardır. Başlangıçta Türkçeyi bin yıldır yatağından çıkarmak için kurulmuş olan Türk Dil Kurumu, bu işi 1980’lere kadar hakkıyla yapmıştır. Türkçenin bugün maruz kaldığı felaketler için adres bellidir! 1980’den sonra bu kurum Devlet Kuruluşu haline getirilmiştir. O tarihten itibaren bu kuruma kırk yıldır yaptığı işin tersini yaptırılmaya çalışılıyor. Fakat hâlâ “dil bayramı” kutlanıyor, hâlâ “dil devrimi” makbul görülüyor. Geofferey Lewis’in tabiriyle bu “Trajik başarı” ile övünülüyor. Kırk yıllık Yani, olur mu Kani!
- Türkçe bugün dil devrimi öncesinden beş beter yabancı dil istilasına maruz kalmıştır. Bundan daha beteri, arılaştırma belâsıdır! Dilimiz bu özleştirme, arılaştırma belâsından kurtulmadan ilmin kapısından giremeyiz, gerçek edebiyatın kenarına bile ilişemeyiz…
Bu sözün sağlamasını yapmak için çok fazla zahmete girmek gerekmiyor. Birkaç “akademik” makaleye bakmak yeter.
İntihalden daha büyük bir dert: Arılaştırma çarpıtması!
Akademide “intihal” (çalıntı) büyük bir dert, ilk sıraya o konuluyor. Henüz çaresi bulunamadı, bulunma ihtimali de yok gibi. İkinci sırada, kullanılan kaynaklara sadakat meselesi var. Bu da en az birincisi kadar önemli bir mesele, fakat üzerinde duran yok.
Bu da ne demek?
- Şu demek: Bir kaynak kullanıyorsunuz, onu yerli yerinde kullanmanız, hakkını teslim etmeniz gerekir. Çarpıtarak, yamultarak, tersine çevirerek kullanamazsınız. Bütün bunlar yapılıyor, daha ötesine de geçiliyor: İktibas ettiğiniz metni kafanıza göre siz yazıyorsunuz. Yani iktibas sizin çarpıtma eseriniz oluyor!
“Bu kadarı da olmaz” demeyin. Türk akademisinde olmazlar olur!
Geçenlerde bir makale okuyorum, yazı sahibi Faruk Kadri Timurtaş’ı kaynak gösteriyor ve ondan iktibasta bulunuyor, “alıntı” yapıyor. (Bu “alıntı”nın “çalıntı” tarzı bir kelime olması ilgi çekici.)
Buyurun beraber okuyalım:
- “Bilinen bir kökün ve işlek bir biçimbirimin kullanılması, biçimbirimin işlevi ve anlamı arasında koşutluk bulunması, sözcüğün ses bilgisel açıdan melodik olması” gibi özellikleri taşımayan bir sözcük dil bilgisi kurallarına uymaması sebebiyle yanlış ve uydurmadır.”
“Alıntı”nın Faruk Kadri Timurtaş’ın Uydurma ve Uydurma Olmayan Yeni Kelimeler Sözlüğü’nden yapıldığı belirtiliyor (sf. 25).
Rahmetli Timurtaş Hoca ile tanışırdık. Vefat edeli 28 sene olmuş. Fikri, zikri, davası, meselesi olan bir dilci idi. Şimdinin bazı “dilci”lerine bakınca ona “dilci” demek haksızlık olur! O mesleğinin hakkını veren bir türkçe müdafiî idi. Ömrünce uydurma, yalan yanlış, sentetik dille mücadele etti.
İşte onun Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ndeki kemiklerini sızlatan bir ahlâksızlık bu. Hoca’nın kullanmadığı, kullanılmasını doğru bulmadığı, türkçeye zarar verdiği için reddettiği kelimeler karıştırılarak yapılan bu tahrifata “rezalet” demek az gelir.
Timurtaş “koşut” ve “koşutluk” kelimelerini yanlış buluyor, asla kullanmıyor. İşlev, sözcük de öyle. Bunları ona mal ederek metin aktarıyor görünmek ilim ahlakıyla bağdaşmayan bir iştir, düpedüz saygısızlıktır. Bu mesela Osman Hamdi Bey’in meşhur Gebze manzarası tablosundaki Osmanlı evlerini beğenmeyip, yerine “çağdaş” bir apartıman resmi yapıştırmak gibidir! Hatta daha ötesidir: Örtülü hanımların yerine mayolu kadın resimleri koymaktır!
Şimdi metnin orijinalini okuyalım:
“(Kelimenin) “Bilinen bir kökten canlı (işlek) bir ekle yapılması, ekin fonksiyonuna göre manasının uygun olması icab etmektedir. Ayrıca teşkil edilen kelimenin ses bakımından da güzel olması lâzım gelmektedir. Bu dört şartı ihtiva etmeyen yeni türetilmiş bir kelime doğru değildir; hatalıdır veya uydurmadır.”
Timurtaş’ın metninde değişmeyen kelimeleri siyah olarak işaretledik. Hepi topu 6 adet. Toplam kelime sayısı: 41!
- Adını vermeyeceğim bu k’akademisyen ne yapmış? Timurtaş’a kullanmaktan hazzetmediği kelimeler kullandırtmış. Metne “biçimbirim, sesbilgisel, melodik” gibi kelimeler eklemiş. Timurtaş biçimbirim yerine yapılık, yapım eki; sesbilgisel yerine fonetik veya sesçil diyebilirdi. Gerek görmemiş. Melodik yerine de “ses bakımından da güzel olması lâzım” demiş zaten.
İki metin arasında çok önemli bir fark var: Tahrif edilmiş metni anlamak zor, fakat orijinal metin kolaylıkla anlaşılıyor!
Yazıda Tahsin Banguoğlu, Necmeddin Hacıeminoğlu, A. Bican Ercilasun gibi hocalardan da iktibaslar var. Aynı ahlak dışı müdahale onların metinlerine de yapılmıştır.
Timurtaş hocadan bir örnek daha vereceğim. Bu defa önce onun metnini okuyalım:
“Bir psikoloji terimi olarak okul kitaplarında yer alan bellek, artık az da olsa bazı yazarların kalemleriyle gazetelere de girmiş bulunuyor. Bellek ‘hâfıza’ demekmiş. Bellemek fiilinden (-k) eki ile yapılan kelime, şekil bakımından yanlış olmamakla beraber, mâna ve mefhum yönünden hatalıdır. Bellemek ‘öğrenmek, bilmek’ mânası ifade eder. Hâfıza ise öğrenmek değil, öğrenilen şeylerin zihinde saklanmasını sağlıyan meleke demektir. Hâfıza mefhumunda öğrenilen, bilinen şeylerin zihinde saklanması hususu bulunmaktadır. Esasen hâfıza ‘hıfz’ kökünden gelir ki, saklama-koruma mânasınadır (muhafaza da aynı kökle ilgilidir).”
Nasıl? “Hoca haklı” diyorsunuz.
Şimdi bu ismi lâzım değil k’akademisyenin tahrifatına bakalım:
“Hafıza sözcüğüne karşılık gösterilen ve bir psikoloji terimi olan bellek sözcüğü, bellemek eylemi üzerine -k türetimsel biçimbiriminin eklenmesiyle oluşmuştur; fakat söz konusu sözcük biçimsel açıdan doğru olmasına rağmen anlamsal ve kavramsal açıdan yanlıştır. Bellemek “öğrenmek, bilmek” anlamına gelmektedir. Hafıza sözcüğü ise “öğrenilenlerin zihinde kalmasını sağlayan yeti” anlamını taşımaktadır. Hafıza kavramı bu anlamı içermemektedir, bu sözcük aslında hıfz kökünden türemiştir ki “saklama, koruma” anlamını ifade etmektedir”
Şimdi bu “ilim” mi? Bunlar ilimden anlamaz, hadi yeniden soralım: Bu “bilim” mi? “Bilim ahlakı” ile bağdaşır mı? Yoksa “bilimde ahlak aranmaz” mı? Hadi bu saygısız iktibasları tahrif ederek makalesine aldı, bu yazının yayınını uygun gören hakemler bunu fark etmediler mi? Etmedilerse bir dert, ettikleri halde göz yumdularsa bin bir dert!
“Türkçe kimlerin elinde oyuncak?” sorusunun cevabını uzun boylu aramaya gerek yok. Bugün akademide bunlar racon kesiyor, devletin kurumu bunlarla iş yürütmeye çalışıyor. Ört ki ölem!
Türkçeye ağıt yakma yılındayız!