Zenginlik, lüks ve tüketim üzerine
Tâbiin büyük imamlarından Süfyan es-Sevrî, yanında yürüyen bir arkadaşının bir evin yüksek ve süslü kapısına bakakaldığını görünce şöyle der: “Bunu yapma! İnsanlar böyle bakmasa, sahibi bunun için bu kadar israfta bulunmazdı. Bakan kişi, israf konusunda evin sahibine yardım etmiş olur.”
Görmek ve göstermek birbirini tamamladığında riya gerçekleşmiş olur. Riya deyince hep gösterme tarafı nazara verilir, hâlbuki “bir gören” olmazsa riya olmaz. Dedikodu da böyledir, bir dinleyen olmazsa dedikodu da olmaz. Fakat ne hikmetse bu günahlar hep failine mal edilir. Aslına bakılırsa bütün günahlar birden fazla insanla icra edilebilir. Şöyle bir düşünün; tek başına işlenen kaç tane günah var? Günah sosyal bir iştir.
Dinin adaleti temin düsturları, en temelde sosyal varlık olan insanı hemcinsinden koruma amacına matuftur. “…bunu böyle yaptık ki, servet (sırf) zenginler arasında dolaşan bir devlete dönüşmesin.” (Haşr, 7) ayeti bu hakikatin ifadesidir. İnsanı servetten korumak hemcinslerinden korumaktır. Servetin tek bir sınıfın kontrolüne girmesiyle oluşacak toplumsal sınıf farkı, sosyal bir felakete sebep olur. Çünkü bir toplumu fakirlik değil, refah düzeyindeki orantısız farklılıklar huzursuz eder. Ayet-i kerimeye derinlemesine baktığımızda şunu net olarak görürüz; servetin sürekli bir sınıfın elinde kalması haddi zatından yanlış değildir, mukayeseyi icbar edeceği için tehlikelidir. Mukayese ise ancak görünür olduğunda mümkündür. Dolayısıyla servetin bir sınıfının elinde olması gösterme ve görünme güdüsünden ayrı düşünülmez. Bir insanın sahip olduğu serveti sergileme arzusu kendi hâlinde bir anlam ifade etmez ancak bir başkasının görmesi sayesinde maksat hâsıl olur; çünkü insan çoğu zaman göstermek için sahip olur.
Peki, insan neden göstermek ister? Neden sahip olmakla yetinmez? Bu sorunun cevabı sahip olma güdüsünde gizlidir. İnsanı sahip olmaya itenle göstermeye sevk eden dürtü aynıdır. İnsan ne kadar az var olursa o kadar fazla “sahip olmak” ister. Bir şeylerin sahibi olarak “olmamışlığını” örter. Olgunluk, kemaldir. Bu kelimeyi kemal yerinde kullanırız her zaman. “Olmak” kemal bulmaktır.
İnsan tabiatı itibarıyla kusurlu yaratılmıştır. Kemal, insanın beşer olarak başladığı hayat sergüzeştinin, insan olma seviyesinin ifadesidir. Sahip olma dürtüsü, “olma” sürecinde tabiatındaki kusurları örtme amacı taşır. İnsan gizleme ustasıdır. Israrla bir şeyi dile getiren kişi özellikle bir şeyi gizliyordur. Gizlediği şey ise dillendirdiğinin zıddında gizlidir. Bir şeyi özellikle gösteriyorsa mutlaka ters istikamette bir şeyleri saklıyordur. Topuklu ayakkabı boyu kısa olan boyu gizlemek için giyilir, boyu uzun olan topuklu giymez. Servetin gösterilmesi de ruhtaki fakirliğin, karakterdeki kusurların gizlenmesi amacını taşır.
Zenginlik fazlalık demektir, çokluk-azlık ise servetle sınırlandırılacak bir dikotomi değildir. Eşyanın tamamında cari olan dikotomik yapının başında çokluk-azlık gelir. Güzel-çirkin, iyi-kötü, temiz-pis gibi karşıtlar niteliksel durumun; az-çok, dar-geniş, büyük-küçük ise niceliksel durumun ifadesidir. Bu durumlar birçok yerde birbirlerinin yerine kullanılmıştır. “Gönlü geniş” deriz mesela, “alçak gönüllü” deriz; bu tabirler aynı anlamı ifade etmek için söylenir. İnsan karakterini ifade etmede ise en doğru dikotomi azlık-çokluk karşıtlığıdır. Az-çok ifadesi izafidir, bir mukayese iktiza eder. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, sosyal hayvan olan insan bir şeyin doğrusunu ancak mukayese ile belirler. Karakterindeki azlığı fark ettiğinde sahip olmaya koyulur, gönlündeki darlığı maddi imkân genişliğiyle bastırır... Bütün bunlar ancak görüldüğünde maksat hâsıl olan şeylerdir. Bu yüzden göstermek gizlemektir. Bütün görsel sanatlar bir gizleme maharetidir aslında. Bir resmin konusu gösterdiğinden çok gizlediğidir, bir oyuncu gizleyebildiği nispette başarılıdır. Göstermek hedef göstermektir, gösterilen her hedefse bir saptırmayı amaçlar. Parmaktaki yüzüğü saklamanın yolu bir yere işaret etmektir. Marka değeri yüksek bir yüzük elin kirini, gösterişli bir kostüm bedenin cürmünü gizler.
Sahabe ve Hulefâ-yi Râşidîn devrinde, yukardaki zikrettiğimiz ayet-i kerimenin idealize ettiği toplumsal yapıyı gösteren örneklere rastlamak mümkündür. Hz. Ömer bu amaçla, atamış olduğu valilerin görev öncesi ve göreve geldikten sonraki servet miktarlarını mukayese eden bir sistem kurmuştu. Fakat bu gibi örnekleri, devlet eliyle zenginleşmeye mâni olmak amacı taşıdığı şeklinde değerlendirmek yanlış olur. Bu tedbirler, servetin “gösterilen” bir şeye dönüşmesi tehlikesini bertaraf etme anlamını gizler. Çünkü valiler göz önünde insanlardır. Eğer devleti temsil eden biri servetin sergilendiği bir mankene dönüşürse, sonu felaketle sonuçlanan bir mukayeseye meydan verir.
Hz. Ömer bir gün hutbe verirken, bir adam sözünü keser ve şöyle der: “Ey Müminlerin Halifesi! Geçenlerde bir ganimet paylaşımı oldu ve herkese eşit miktarda kumaş dağıtıldı. Bana düşen paydan bir gömlek çıkmadı fakat bakıyorum ki aynı kumaştan dikilmiş bir gömlek var üstünde!” Hz. Ömer bu durumu şöyle açıklar: “Evet bana düşen kumaştan da gömlek çıkmadı fakat oğlum Abdullah kendi kumaşını bana verdi ve iki hisseyle bir gömlek diktirebildim.” Bunun üzerine adam: “Tamam şimdi hutbeye devam edebilirsin.” dedi. Bu hadisede en çok dikkat çeken adamın hutbeyi bölüp söylediği sözler değil, devlet başkanına yönelttiği itirazın gayet sıradan bir hadise olarak görülmesidir. Devlet başkanı ile kendisini mukayese edebilen biri, valiyle hayli hayli eder. Ve eğer bu mukayeselerin sonucunda makul bir açıklama alamazsa önce hoşnutsuzluk, sonra huzursuzluk, nihayetinde de düşmanlık kaçınılmaz olur.
Servetin kendisi değil, sergilenmesi ve bundan doğan mukayese bir milletin sonu olur. İmkânlar ile mümkünler arasındaki fark açıldığında ve toplumun bir kesimi imkânları, diğer bir kesimi mümkünleri ile anıldığında sosyal felaket doğal afetten daha büyük bir yıkım getirir. Haddizatında doğal afetlerin birleşmeye, sosyal afetlerin ise çatışmaya sebep olduğu sosyolojinin en bilinen kaidesidir.