Zapt edilmez içkale

Orası bir içkaledir. Kaderin sırrıdır. İmtihanın en zoru oraya yönelir.
Orası bir içkaledir. Kaderin sırrıdır. İmtihanın en zoru oraya yönelir.

Orası en mahrem bölgedir. En mahrem ve en bereketli. Yakîn gelinceye kadar sürer macera. Onu sevgiliye teslim ederiz. Mürşide teslim ederiz. Onu zapt edebilmek için seyr-i sülûkumuzu ilerletmemiz gerekmektedir.

Senin zapt edemediğin bir şey. Bir iç. Bir kale. Bir iç kale. Şöyle de söylense sorgulayan akla kısmen devadır: İçerde, insanın en derununda zapt edilmesi çok güç bir içkale. Muhkem bir mevkide olduğu için mi? Tam değil. İyi insan onu çok koruyup kollamak istese de ona ancak kısmen korunaklı bir mahal demek mümkün.

Ama sen ey incinen! Ey canı yanan! Ey oradan gelen bir bilinmezlikle kıvranan! Uğraşma boşuna. İstediğin kadar çırpın, tırman, ulaşmaya çalış. Ulaşamayacaksın.


Çünkü düşman istilasına da açık. Hem de düşmanın en sinsisinin istilasına… Ama sen ey incinen! Ey canı yanan! Ey oradan gelen bir bilinmezlikle kıvranan! Uğraşma boşuna. İstediğin kadar çırpın, tırman, ulaşmaya çalış. Ulaşamayacaksın. Vakit gelmemişse, sadece çırpınmış olmakla kalacaksın. Fakat sevin. Üzülme. Hiçbir çırpınış ve gayret boşuna değildir. Kafka diyecek bazıları tam burada. Kafka bunu bilmezdi zannımca.

Ancak Kafka bizi ve herkesi götürüp labirentlerde dolandırabilirdi. Öyle yaptı. Anlamsızlıkla bitişik, kapkara gördüğü o bilinmezlikten neşet eden binlerce, yüzbinlerce ayrıntıyla oyaladı bizi. Oyalamaya devam ediyor. Kafka böyleydi, çünkü onun yaşarken okuduğu kitapta yer kalmamıştı zapt edilmeze. Yahudi zapt edemediğini, ele geçiremediğini, kendisinin kılamadığını, kendi kanından olmayanı reddetmişti. İnkâr etmişti. Yok saymıştı. Kıymıştı. Kıymaya, yok saymaya, inkâr etmeye ve reddetmeye de devam ediyor. Yahudi, hakikatin ışığına evini en az iki kez kapatarak, kendisini karanlığa mahkûm edendir. Hakikate teslim olamayandır. Böylece kendini ve soyunu en az iki katlı karanlığa mahkûm edendir, yurdunu da yitirendir.

Şairde “yahudalık” varsa sende de vardır ve sen de Yahudi değilsin. Zapt edemezsin, hâkim olup ele geçiremezsin. Bilakis öğrenip bilirsin oranın sahibi, hâkimi olmadığını. Kabullenmek istersin bu gerçeği. Kendini buna zorlarsın. Seni zorlar bir güzellikle kadere imanın, kitabın, o Kelamullah olan kitap ve dinlediğin türküler. Direnmezsin çok uzun bir süre, direnip inkâra yeltenmezsin. Senin için ne kadar zorsa zapt etmek, hükmetmek, suyun akışını belirlemek… Onun için de o denli kolaydır. Güneşin doğuş vaktinde gelir ve ele geçirebilir orayı. Gece en karanlık ve şık elbisesini giyinmişken gökteki ay olarak da gelebilir. Beklenendir o. Beklenen ve vaktinde gelen. Senin istediğin vakitte değil. Uygun ve hazır olduğun vakitte gelen.

  • Vakitsiz hiçbir şey yoktur biraz yoklarsan içini. Biraz bıraktığında kendini varoluşa -ki birazı yoktur aslında bu bırakışın- külliyendir. Teslim oluştur.

O anda bir kez daha görür ve anlarsın hikmetsiz ve vakitsiz hiçbir şey olmadığını. Seve seve teslim olursun hemen. Zevkle. Hayranlıkla. Coşkuyla. Senin zapt edemediğini, söz dinletemediğini, sendeki zapt edilmezi fetheder çarçabuk. Söz söyleyerek mi yoksa söylemeden mi yaptı bunu? Fark edemezsin. İkisi de olur. Hem bakışla hem de sözle. Hatta içsel bir yönelişle bile bir fetih harekâtı gerçekleştirebilir. Ses çıkarmazsın, direnmezsin. Dokunuşların ustasıdır o. Somut ve mücerret dokunuşların ustası. Dokunduğu yerde çiçekler açar. Mevsim değişir, ilkbahar olur. Bütün güzel şarkıları Sezen söyler, Ümmü Gülsüm söyler, Edith Piaf söyler… Orada sevdiklerin şakır yalnızca.

Çünkü o hep berrak sulardan içmek ister.
Çünkü o hep berrak sulardan içmek ister.

Orası bir içkaledir. Kaderin sırrıdır. İmtihanın en zoru oraya yönelir. Aşk ve acı ve şehadet ilaçtır oraya. Bir gün ufuktan bir güneş gibi doğup gelen, bir şey söyler. Haklıdır. Neden söylemiştir? Belki ilk mısranın çıktığı kaynağa ulaşmak için.

Kaynağın bulanık görünmesine dayanamamıştır. Çünkü o hep berrak sulardan içmek ister. Âb-ı hayattan. Araya dünyanın vehimlerinin, kaygılarının ve korkularının girmesini istemez. Kim ister ki? Kendini bilmezler, farkında olmadan isterler. Yola aşinalık kazanamamışlardır daha.

Bu bir maceradır. Adına aşk der bazıları. Bazıları bela. Bazıları “Kâlû belâda yazılmış olan budur.” derler.

Yazılmıştır biri diğerinin alnına. Karşılaşmaları ve buluşmaları ve bütünleşmeleri kaderdir. İki ruhu saran sarmaşıktır. İki ruh nerede olursa olsun aynı sarmaşığın dalları onları tevhit eder. Aralarındaki mesafeyi sıfırlar. Birbirlerine göç ederler önce. Sonra gayb olurlar birbirlerinde. Sonra, bu sonralar arasında bir zaman aralığı olmadığı hâlde, birbirlerinde dirilirler. O, mesafeleri yenendir. Sevenleri birliğe ulaştırandır. Yüzlerini güldürendir. Birinin zapt edilmezini, diğerine teslim edendir.

İki ruh nerede olursa olsun aynı sarmaşığın dalları onları tevhit eder.
İki ruh nerede olursa olsun aynı sarmaşığın dalları onları tevhit eder.

Orası en mahrem bölgedir. En mahrem ve en bereketli. Yakîn gelinceye kadar sürer macera. Onu sevgiliye teslim ederiz. Mürşide teslim ederiz. Onu zapt edebilmek için seyr-i sülûkumuzu ilerletmemiz gerekmektedir. Ashab en güzel mürşide teslim etmişti. O kalbi, kalbin içindeki zapt edilmesi güç bölgeyi Kur’an’a teslim etme cesaretini, yiğitliğini gösterenler de vardır. Şehitler onu doğrudan sahibine verirler.

  • Cennet karşılığında, Allah onlardan canlarını ve mallarını satın almıştır. Korkusuzca meydana atılırlar. Yiğitliğin en ulu formu olarak. İsimleri Halil’dir, Mustafa’dır, Ayşe’dir, Ömer’dir.

Âşık sorar kendine: “Bu neden böyledir? Neden insan kendini enfüste keşfe çıksa bile, zapt edemediği veya çok zor zapt edebileceği alanlarla mücehhez kılındı?” Cevap soruyla başlıyor. Sorunun içinde parıldıyor hafif hafif. Görüyor onu âşık. Demek bir teçhizat bu. Dünyaya fazla kapılmamak için bir alarm. Bir anlam. İyi bir cevap, ama yeterli değil. “Sen kulsun” uyarısı. “Kulsun ve yürümekle mükellefsin. İlacın sende mündemiçse bile bir başkasının elinden, gözlerinden, sözlerinden içeceksin onu.” Âşık bunu da söyler kendine. Şükreder. Başka? Zaaflar sayesinde uykuya dalmaktan ve rahatlığın nobranlığına kapılmaktan kurtulur âşık.

Canı çok yansa da. Hep bir çizgi-dışılığa savrulmanın garipliğine kapılsa da. Acı, teskin eder. Bu koyu acının, sessizliği emredici yönü daha kavidir. Sevgili, mürşid ve imam âşığa, sâlike ve müride nazar etmeye ve onunla beraber yürümeye devam ettikçe, şiir ve şarkı da akmaya devam eder. “İşte bu odur der âşık.” Böyle der ve neşveyle, sarhoşlukla toprağa ve tuşlara basmaya devam eder. Kalemi de yürür bunca yeşerme umuduyla. Âşık dirilir her bağışla ve gülümseyişle. Son ok isabet edinceye dek. Son oktan sonra açlık yoktur. Toktur: Âşık, mürid, sâlik, şehit…