Zaman hem sinemamızı hem de izleyicimizi iyi eğitti

Hülya Koçyiğit
Hülya Koçyiğit

Eğer bir hikâye anlatıyorsak o hikâyenin karakterlerini gerçeğe ne kadar yakın değerlendirirsek hikâyemizi daha etkili anlatacağız, şeklinde bir düşünce hâkim olana kadar star sistemi devam etti. Bunu anlatacak olan, gerçeğe çevirecek olan kim? Yönetmen. Demek ki sinemada "yönetmen ve hikâye ön planda" fikri oluştu. Bunun da bugün vardığı nokta şu; demek ki hikâye ve o hikâyeyi kimin anlattığı, nasıl anlattığı önemli.

50 yılık meslek hayatında 200'e yakın filmde oynayan, Lütfi Ö. Akad ve Metin Erksan başta olmak üzere sinemamızın pek çok ustasıyla çalışan Hülya Koçyiğit ile yüz yılı geride bırakan Türk sinemasının nasıl bir değişim sürecinden geçtiğini konuştuk.

Çok genç bir yaşta, sinemamızın büyük filmlerinden, Metin Erksan'ın Susuz Yaz'ıyla sinemaya adım attınız. Önemli filmlerde, usta yönetmenlerle çalıştınız. Tanıklığınız çok değerli. Oyuncuların mesleğe geçişleri açısından o yılları şimdilerle karşılaştırmanızı rica etsem, neler söylersiniz?

Türk sinemasında ilk başlarda tiyatro oyuncularına yer veriliyor ama sonra daha halktan, daha sıradan, daha doğal insanlar keşfediliyor. Sonra yavaş yavaş bir "star sistemi" oluşmaya başlıyor. Benim sektöre gelişim ise tiyatro eğitimi alırken Metin Erksan'ın Susuz Yaz adlı filmi için seçilmemle oldu. Tiyatro eğitimi alıyordum ve ileride tiyatro sahnesinde olmak gibi bir hevesim varken birden kameralarla tanıştım. Her ne kadar oyunculuk eğitimi almış olursanız olun, sinemada bir yönetmenin yönetiminde mesleği öğrenmek daha etkili ve daha kalıcı. Çünkü arada kamera var, objektifler var, farklı mekânlar var. Mesela ışık; ışık o kadar önemli ki. Yüzünüzü tanımak, yüzünüzün hangi ışıkta daha belirgin olduğunu fark etmek... Bütün bunlar tecrübeyle, bir ustadan edindiklerinizle kendinize katabileceğiniz şeyler. Bugün oyunculuk eğitimi ve sinema eğitimi alarak işe başlayan genç bir nesil var. Bu da yetmiyor aynı zamanda meslek içi eğitimlerini devam ettiriyorlar, çalışarak ve çeşitli kurslardan da yararlanarak daha fazla tecrübe kazanıyorlar. Bazıları da yurt dışındaki kurslara gidiyor. Oyuncu koçları olarak yararlandıkları tecrübeli aktörler var. Dolayısıyla bugün sinema oyuncuları tabii ki biraz daha şanslı gibi görünüyor, yetişme imkânları açısından.

HALK, FİLMLERİ HİKÂYE İÇİN DEĞİL, BAŞROLDEKİ STARLARI GÖRMEK İÇİN İZLERDİ

O yıllarda oyunculuk eğitim almamış, çeşitli yarışmalarda (Ses dergisi vb.) dereceler alarak sinemaya dâhil olan çok sayıda oyuncu olduğunu biliyoruz. Yeni Türk sinemasında da podyumlardan oyunculuğa geçişler oldu. Bir dönem mankenden oyuncu olur mu, diye yoğun tartışmalar yaşandı.

Evet, bir dönem bu star sistemi dediğimiz dönemin sinemamıza getirdiği farklılıklardan biri de iyi oynayanların değil de güzel, yakışıklı, fotojenik ve sinematografik fiziksel özellikleri olan kişilerin oyuncu olarak seçilmesi oldu, çünkü seyirci sinemayı oyuncularla benimsedi. Oyuncuları seyrederek benimsedi. Onun için tercihini kullanıyordu. "Şu oyuncuyu görmeye gideceğiz bugün" diye. "Şu filmi, şu hikâyeyi, şu yönetmenin üçüncü filmini görmeye gidiyoruz." diye değil, "Şu starı görmeye gidiyoruz." diye gidilirdi filmlere. O star ışığı tabii ki her oyuncuda yok. O daha farklı bir albeni daha farklı bir cazibe, başka bir elektrik. Sadece gençlik güzellik yakışıklılık yeterli değil, eğer bir hikâye anlatıyorsak o hikâyenin karakterlerini gerçeğe ne kadar yakın değerlendirirsek hikâyemizi daha etkili anlatacağız, şeklinde bir düşünce hâkim olana kadar star sistemi devam etti. Bunu anlatacak olan, gerçeğe çevirecek olan kim? Yönetmen. Demek ki sinemada "yönetmen ve hikâye ön planda" fikri oluştu.

Bunun da bugün vardığı nokta şu; demek ki hikâye ve o hikâyeyi kimin anlattığı, nasıl anlattığı önemli. Bugün geldiğimiz nokta bence daha doğru bir nokta. Şimdi de yönetmen ya da senaryo "star" oldu. Tabii ki bütün bunları bir araya getiren yapımcı dediğimiz kişiler var. Yapımcılar bir proje üretiyorlar, onu hayata geçirme heyecanıyla ceplerindeki parayı ortaya koyuyorlar, bunu kim yönetebilir diye yönetmenini seçiyorlar yönetmenle beraber kafa kafaya vererek kim bu hikâyedeki karakteri en iyi en etkili şekilde anlatabilir diye oyuncuyu seçiyorlar; bu sinemada şu tarihte gösterilmesi gerekiyor diye tarihler konusunda sinema salonlarıyla anlaşma yapıyorlar. Yani bu o kadar çok detay var ki say say bitmez. Yapımcı dün de vardı bu işin yürütücüsü olarak bugün de var, yarın da olacak. Böyle bir sınıf olmazsa olmaz, zaten bu iş bir kişilik iş de değil bir ekip işi, ekibin de başı olmalı.

Yani sektör zamanla pek çok açıdan olgunlaştı, değil mi?

Evet. Dünyaya açık olan bir ülke olduğumuz için her tür film seyrediyoruz. Günümüz insanı bir Macar filmi de seyrediyor, İtalyan filmi de seyrediyor; Güney Amerika veya Uzakdoğu filmi de seyrediyor ve her birinden bir şeyler öğreniyor, bir şeyler ediniyor. Zevki, dünya görüşü, film zevki, oyunculukla ilgili düşünceleri gelişiyor ve tercihlerini daha geniş bir yelpazede seçebiliyor. Dolayısıyla bugün sinemada söz konusu olan farklı bir hikâye, ama konu insan. İnsanı anlatıyorsun ve doğal olarak en çok insanın ruhuna, kalbine, duygularına, düşünce dünyasına etki edecek bir şekilde tercihler yapılıyor.

YEŞİLÇAM GELENEĞİ BUGÜN FİLMLERDE DEĞİL, DİZİLERDE SÜRDÜRÜLÜYOR

Peki oyunculuk nasıl evrildi sizce?

Dizilerde hâlâ eski Yeşilçam geleneği devam ediyor. Hâlâ oyuncu götürüyor diziyi. Televizyon starları var. Fakat bir dizilik star çoğu veya hiçbir ismi olmayan bir yeteneği alıp onun star hâline gelmesini sağlayabiliyor bir dizi. Sonrası meçhul. Ya da az önce bahsettiğimiz o televizyon dizilerini yürüten yapımcının bir yeteneğin arkasında durması ile ancak seyircinin o oyuncuyu istikrarla görme şansı oluyor. Bu elbette hepsi için geçerli değil. Türk sinemasını oyunculuk açısından ben olumlu görüyorum, farklı görüyorum. Bu fark giderek doğallık anlamında değer kazanıyor, dolayısıyla oyunculuğun gelişiminin doğru yönde olduğunu düşünüyorum.

Altmışlı yetmişli yıllarda arz talep o kadar yüksek noktalardaydı ki, tabii o zaman televizyon falan da hayatımızda yoktu, halkın en çok tercih ettiği şey sinemaya gitmekti. O yıllarda her birimiz öylesine yoğun çalışıyorduk ki bir film bitmeden diğerine başlıyorduk ve çok uzun yıllar, aşağı yukarı bir on sene kadar, ben kendimi seslendiremedim. Öylesine bir tempo içerisindeydik. Filmler çok düşük bütçelerle çok küçük ekiplerle hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Zaman önemliydi. Zaten büyük kazançların olmadığı bir branştı sinema. Dolayısıyla çok fazla detay dikkate alınmıyordu. Bir de karşındaki de star, e halk da onu seyretmek için geliyor, bu yüzden çok ince detaylar hem seyirci tarafından çok fazla dikkate alınan şeyler değildi hem yapım aşamasında kimsenin bu detaylara bakacağı bir dönem değildi o dönem.

Dediğim gibi çok düşük bütçelerle çok küçük ekiplerle, yani set dediğin ekip üç tane set işçisi, üç tane ışıkçı, bir kameraman bir kameraman asistanı bir yönetmen bir yönetmen asistanı. Bu kadar. Bu saydığım sekiz dokuz kişi bütün bir filmi imal ediyordu. Yani böyle bir sette, o set işçileri hem kamera malzemelerini ve ışık malzemelerini taşıyor hem şoförlük hem dekor yapıyor ve hem de yemeği dağıtıyor... Yani film setlerinde bir kişi on kişinin işini üstlenerek yapıyordu. Bu yüzden de birçok şey ister istemez es geçilebiliyordu. Bu konuda da çok fazla eleştiri olmadığı için işler yürüyebiliyordu.

Ama biz çalışanlar olarak birçok şeyin farkındaydık, fakat o zaman diliminde sadece çekim yapma şansımız vardı. Hiçbir şeyi düşünüp tartışmak ve önceden hazırlık yapmak gibi bir zaman tanınmıyordu bize. Bunlar tamamen ekonomik, tamamen parayla ilgili meseleler. Bugün Türk sinemasında artık seyircinin eleştirileri ya da tercihleri söz konusu, hem tecrübe hem zaman hem de rekabet var. Muazzam bir rekabet var şimdi. Bir de filmlerimizi sadece Türk izleyicilerin değil tüm dünyadan izleyicilerin seyredilebilmesi dolayısıyla ve dünya sinemasının içinde var olabilmek için artık en doğal, en etkili, en dikkatli ve özenli işlerin yapıldığını görüyoruz. Bu da çok doğru ve güzel.

Önemli bir şeye vurgu yaptınız. Yeşilçam'ı ve Türk sinemasını önemli ölçüde seyircinin talebi şekillendirdi, dediniz. Türk sinemasının yıllar içerisinde olgunlaşmasında seyircinin de belli bir olgunlaşma sürecinden geçmesinin etkisi var.

Bu o kadar doğal bir şey ki, seyirci tercihleriyle yön veriyor zaten yapımcıya, senaryoya, yönetmene ve oyuncuya... Seyircinin talepleri her zaman dikkate alınmalı ki onun seyredeceği, onun benimseyeceği ve isteyeceği bir şeyi ona arz edebilelim. Zaman hem seyirciyi hem sinemacıyı eğitti diyebiliriz.

Berlin'den ödülle dönen Susuz Yaz rol aldığınız ilk film ama oyuncusu olduğunuz Derman, Bez Bebek gibi pek çok film yurtdışından ödülle döndü. Dünyayı gezdiniz o dönem, Türk sinemasının oralardaki yansımalarını gördünüz. Bugün de Türk sineması dünya ölçeğinde önemli başarılara imza atıyor. Sinemamızın dünya sinemasıyla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok uzun yıllar sesli film çekme şansımız olmadığı için, büyük sponsorluk destekleri alarak bütçeyi istediğimiz oranda tutamadığımız için ve dolayısıyla teknolojiden gereği gibi yararlanamadığımız için hep "üçüncü dünya sineması" olarak kalmıştık bir köşede. Zaman zaman ortak yapımlar, denemeler yapıldı. Azdı, ama denendi. Fakat dil konusu orada çok öne çıktı. Film hem sesli hem de zaten enternasyonal bir dilde olmalıydı. Dolayısıyla böyle handikaplarla uzun zamanlar geçirdik ama iç piyasada öylesine talep vardı ki bunları göz ardı edebiliyorduk. Ama bugün artık dünya da sinema seyircisinin beklentileri de değişti. Türkiye dünyaya pek çok ürün satabiliyorken neden filmlerimizi de pazarlayamayalım? Çünkü biz filmlerimizi pazarlarsak kültürümüzü tanıtacağız, coğrafyamızı tanıtacağız, tarihimizi tanıtacağız ve bu sayede ülkemiz daha da güçlenecek daha da zenginleşecek. Bunun için birilerinin öncü olması gerekiyordu. Bunu da genç, başarılı ve girişimci birkaç yapımcı başardı. Tabii ki bunun karşılığında uluslararası ödüller alınınca sinemamız biraz daha kabul görür hâle geldi fakat diziler bizi geçti. Diziler aldı başını gidiyor.

Neden sizce?

Çünkü onların pazarlanması daha kolay, çok geniş kitlelere ulaşma imkânı var. Dijital platformlarda gösteriliyor dolayısıyla bir anda çok daha fazla sayıda seyirciye ulaşabiliyor. Bunların pazarlanması için devlet çok önayak oldu, gerçi devlet sinemamızın pazarlanması için de çok önayak oldu gerek maddi gerek manevi katkıda bulundu bu bir gerçek; ama dizileri pazarlama konusunda daha fazla atılım oldu.

Sanırım dizi sektörü sinemaya nazaran daha kolektif çalıştı.

Kolektif mi bilmiyorum ama daha güçlüler. Çünkü diziler için çok geniş sponsorluk imkânları buluyorlar. Sinema filmi çeken yapımcı kesime nazaran dizi çeken yapımcı kesim maddi imkân olarak daha güçlü. Dolayısıyla o diziler çok güzel pazarlandı, çok güzel yerlere geldi, hatta hayal bile edemeyeceğimiz bir yere geldi. Dün böyle bir şey hayal edebilir miydik?

Dizi ihracatında dünya sıralamasında ilk sıralardayız.

İkinci olalım hiç mühim değil, bir on sene sonra birinci de oluruz. Çünkü öyle bir gidişat var. Kabul ettirdi Türk kültürü kendini. Türk insanını görüyorlar. Geçen gün okudum Yunus Emre Enstitüsü'nün başkanı diyor ki: Şu ana kadar şu kadar ülkede Türkçe öğretiyorduk şimdi talepler artmaya başladı daha çok insan Türkçe öğrenmek istiyor. Bu ne demektir? Türkçe öğrenmek demek Türkiye'yle ilgilenmeleri ve Türk kültürüyle ilgilenmeleri demek. Turizm anlamında da bunun bir karşılığı var. O dizileri seyrettikçe "Cennet mi bu İstanbul bir de biz görelim!" diyorlar. Böyle bir memleket yok çünkü. Bu devamlı bir karşılıklı alışveriş dönemi.

Peki sinemada bu durum nedir?

Bir dönem sinemamız üretemez bir hâle geldi çünkü memlekette anarşi vardı, müthiş sosyal olaylar yaşanıyordu, terör vardı açıkçası ve aileler sinemaya gitmiyordu. Sinemaya ailece gidilir, kadın alır götürür aileyi. Ve öyle bir dönemde film yapımcıları birer birer uzaklaştılar sektörden. Başka işlere girdiler, başka işlerden para kazandılar. Demek ki amaç sadece para kazanmakmış. O kadar yürekli değillermiş meslekleri adına. Ve şimdi bugün yine aynı yere geldik. Büyük maddi imkânlarla, filmlerini yurt dışına satarak daha da güçlenen televizyon yapımcıları bu güçlerini sinema adına kullanmıyorlar. Sinemayı bugün, dikkat edersen daha az bütçeli, içinde sadece film çekme alevi yanan genç insanlar yapmaya çalışıyorlar. Birkaç kişi hariç tabii. Ama çoğunlukla böylelerine rastlıyorum ben, ki bu çok değerli. Onların desteklenmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Sektörde gücü olan insanların bu mesleğin anasına biraz daha yüzlerini dönmeleri gerekiyor diye düşünüyorum.

YEŞİLÇAM SİNEMASI BİR NEVİ HOLLYWOOD'UN YANSIMASI

Geldiğimiz bu noktada seyircinin oyuncularla, oyuncuların seyirciyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sinemamız kendini seyirciye benimsetmeye ve seyircide alışkanlık yapmaya başladığı dönemde yerli yapımcılar, yönetmenler, oyuncular dünyada bu işi önde götüren ülkelerin sinemasının etkisine girdiler. Yeşilçam sineması dediğin dönem bir nevi Hollywood'un bir yansıması. Ama bu demek değildir ki onların hikâyelerini aldık ve yaptık. Onların yaptığı filmlerin etkisinde kalındığı için o filmlerle bizim filmlerimiz arasında bir üslup benzerliği oluştu. Çünkü etkilendiğimiz o filmleri çekenler çok büyük yönetmenlerdi gerçekten. Her biri birer dev olan Hollywood yönetmenlerinin tabii ki etkisinde kaldık. Yeşilçam dönemi dediğin öyle bir dönemle başladı. İlk sinemayla tanışma, beğeniler, talep etmeler...

Yani bir anlamda Türk sineması gözünü Hollywood'la açtı.

Aşağı yukarı tabii ki. Sonra giderek başka ülke sinemalarının da etkisinde kalmadık diyemeyiz. Mesela Fransız ve İtalyan sinemasının etkisine de girdik. O dönem bir geçiş dönemiydi. O geçiş döneminde İtalyan ve Fransız sinemasının etkisiyle daha çok sosyal gündelik yaşam, romantizmden ziyade gerçekçi sinema dediğimiz sinemayla tanıştık. Biz o gerçekçiliği kendi hayatımızda denemeye çalıştık. Sokağa daha çok çıktı sinema ve sokaktaki insanları konu olarak aldı. Ve de tabii ki Anadolu, kırsal alan, çoğunluğu temsil eden insanlarımız, onların hikâyeleri devreye girdi. Sinemada o gerçek hikâyeler devreye girdiği zaman gerçeklerle çok fazla yüzleşmek istemeyen sinema seyircisi kendini yavaş yavaş geri çekti. O zaman sinemaya gelen seyirci sayısı azaldı ama bu sefer kalite arttı. Sinemayı takip eden sinemayı destekleyen ve sinema dilindeki değişikliklerin farkında olan az ve öz bir kitle vardı. Tabii aynı dönemde sinema okulları, sinema öğrencileri dediğimiz akademik kitle de sinemanın arkasında daha çok durdu. O akademik kitlenin de sinema adına talepleri elbette ki daha çok sosyal, toplumsal, siyasi konuların sinemaya yansımasıydı. Ülke nerede duruyor; nereye, nasıl gidiyor, mevcut duruma nasıl bir katkıda bulunabiliriz gibi sorular ve bu sorulara verilen cevaplara göre hikâyelerin seçildiği bir dönemdi. Bu dönemde Türk sineması giderek halktan kopuk bir dönemi yaşamış oldu.

Sinemada gerçek hikâyeler devreye girdiği zaman gerçeklerle çok fazla yüzleşmek istemeyen sinema seyircisi kendini yavaş yavaş geri çekti. O zaman sinemaya gelen seyirci sayısı azaldı ama bu sefer kalite arttı.

Çok ilginç bir şey daha söylediniz. Biraz da muzip bir ifadeyle söyleyecek olursak, "seyirci seyirciye karşı" gibi bir durum oluşmuş.

Evet. Bir dönem şöyle laflar ediliyordu belki hatırlarsın: Festival filmleri, sanat filmleri gibi. Zaten başlı başına yaptığın iş sanat. Bunun ayrılması gereken bir yanı yok. İyi film bir de kötü film diye bir şey var. Bunu daha başka nasıl ayırt edebilirsin? Ama giderek bunun da ayırt edilebileceğini gördük: "Popüler sinema" ya da "sanatıyla adından söz ettiren sinema". Hakkını verdiğin, gerçekten inanarak, hissederek yaptığın bir iş olan sinema... Sonra halk giderek tercihlerini ve taleplerini ortaya koymaya başladı. Bugün artık "neyi, ne için izleyeyim" şeklinde bir seçim yapabilen bir seyirci kitlemiz var.

Bu ayrım kalite mi getirdi?

Tabii ki. Kalite de getirdi, işin doğrusunu da getirdi. Bu ayrım, sinemayı olması gerektiği gibi bir yola soktu. Sinema kalıcı bir sanat. Bir kerede tüketebileceğimiz bir eğlence aracı değil. Bizim düşüncemize hitap ediyor, bizim dünya görüşümüzü oluşturuyor. Bizi fikir sahibi yapıyor ve dünyanın içindeki yerimizi tayin ediyor âdeta. Bütün bunları yazılı olarak yapmıyor ama seyrettiğin o insanın hikâyesi seni bir yere götürüyor; sana bir şeyler hissettiriyor, ki bir insanın ancak bunu yapabilirse insan olarak değeri olur. "Hayata geldimse bir nedenim var, bu nedeni nasıl daha değerli kılabilirim?" bu sorunun cevabını gösteriyor belki de sinema bize.

Peki oyuncular seyircideki bu değişimi gördüler mi?

Oyuncuların ilk görevi bu değil, ama bu bir starın görevi. Bir star sadece ve sadece halkın beğenisiyle var olacağını bildiği için o değerli halkın taleplerini hayata geçirmek için çırpınır.

STAR HALKA GÖRE ŞEKİL ALIR, OYUNCU ROLE GÖRE

Star olmak oyunculuk mesleği açısından kötü bir şey mi?

Çok da iyi bir şey olmadığını söyleyemeyeceğim. Çok cazip, çok parlak, çok ışıltılı; uçuruyor insanı elbette bu kadar sevilmek, bu kadar ilgi görmek ve talep edilmek. Muhteşem bir şey yani, çok çok güzel. Bunun için zaten hiç çaba sarf etmiyorsun. Bu, kendiliğinden oluşan bir şey. Oyuncu olmak ayrı bir şey. Oyunculuk için çabalamak daha farklı bir şey.

Star olunca halka mı angaje olunuyor?

Evet tamamen onun talepleri dikkate alınıyor. Dikkat et bazı oyuncular hep aynı rollerde talep edilir. Sürekli olarak hep aynı rollerde oynarlar. Star diyoruz ya işte, starın eli kolu bağlı. Bir çerçevesi var. Ne kadar cazibeli şeylerden de bahsettim bak, ama kendini onun yerine koy, seyirci her zaman seni en zinde en güzel en şık hâlinle bekliyor. Ben kendi kariyerimde küçük denemeler yaptım, ama olmuyor. Bu enteresan bir şey.

Türk sinemasının genel planda Amerikan sinemasıyla ilişkisi zayıfladı, Avrupa sinemasıyla ilişkisi güçlendi. Star sineması zamanla yerini yönetmen sinemasına bıraktı. Oyuncular üzüldü mü bu duruma? Siz üzüldünüz mü mesela?

Tam tersi. Ben zaten star olmuşum onun dönüşü yok, seyirci için zaten oradasın. Ama yönetmen sineması içinde var olduğun zaman, o sana ve seçimlerine de bağlı, seni benimsememeleri için bir neden yok. Olgunlaşmış, tecrübe kazanmış ve bu tava gelmiş diye takdir ederler.

YURTDIŞINDA KABUL GÖRMEK ÇOK DA KOLAY DEĞİL

Oyuncularımızın yabancı yapımlarda rol almalarıyla ilgili tartışmalar zaman zaman gündeme geliyor. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Haluk Bilginer gibi bazı güzel örnekler var ama bu yöndeki çabalar çok mu kişisel kalıyor?

Dediğin gibi ancak kişisel çabalar belki fark yaratabilirdi tek tük de olsa. Bunu deneyenler de oldu. Ancak yurtdışında kendini kabul ettirmek o kadar kolay bir şey değil. Müzik alanında da böyle, değil mi? Hangi alanda bakarsan bak çok kolay da benimsemiyorlar içlerine almak istemiyorlar. Yüreklerini hemen açmaya hevesli değiller. Sürekli olarak bir duvar var aramızda. Bunun sosyolojik olarak da siyasal olarak da çok sebepleri var. Bir kere dil çok ciddi bir konu. Arkasından, ülkenin genel olarak benimsenmesi faktörü de var. Tüm bunları göze alacak kadar idealist olmak, hayatını buna adayacak kadar gözünü karartmak çok kolay değil. Ama bir gün olacak. Bir gün bunu kıran genç, yetenekli insanlar da olacak. Ama bugüne kadar bir elin parmağını geçmedi.

Bir bakıma "ülkeniz güçlüyse sinemanız da daha güçlü oluyor"durumu var. Bu da coğrafyanın tahminimizin ötesinde önemli olduğu anlamına gelebilir. Kişisel çabalar bir yere kadar belki de.

Ama ne olmuşsa kişisel çabalarla olmuş. Bugüne kadar duyduğumuz isimler... Yani düşün dünyayı, yedi sekiz milyar insan var ve bu nüfus içinde sinemayla uğraşan insan sayısı da belli. Onların içinde yer alabilmek çok kolay değil. İlla oyunculuk açısından da değil, yönetmen, senarist, yapımcı, kamera arkası, dijital ortam... Her şeyden önce, sinemanın kendi kültürünü tanıtmak, benimsetmek, yaymak gibi bir sorumluluğu var. Bunu başarabilen devletler dünyada da güçlü olmayı başarabilmiş devletler. Amerika, değil mi? İngiltere, arkasından İtalya, Fransa. E sonra, Japon sineması diye bir şey var. İran sineması, bizden çok daha fazla tercih ediliyor. Çok enteresan buluyorum bunu ben.

Evet, hâlbuki İran ülke olarak da dünyayla daha zor entegre olan bir yer.

Doğru. Ama sinema konusunda ya da el sanatları konusunda mesela hat sanatında, dünyaya müthiş satışları oluyormuş.

Dijital platformlar bütün bir sektörü neredeyse ahtapot gibi sarıp sarmaladı. Bu durumdan memnun olanlar da var korkanlar da. Biraz da muzipçe sormuş olayım; bu süreçte sinema ölür mü?

Hayır, sinema ölmez; tiyatro gibi sinema da ölmeyecek. Dijital platformlar da yaşayacak, çoğalacak, üretim artacak. Fakat, tarih tekerrürden ibaret deriz ya, hepsinin talep görme zamanları olacak. Bir gün gelecek tiyatro talep edilecek, bir gün gelecek sinema salonları dolup taşacak, bir gün gelecek insanlar evlerinde tek başına sinema seyredecekler. Teknolojinin gidişatına kimse dur diyemez. Herkes ayak uydurmak zorunda. Ama hiçbir zaman kaybolmayacağını düşündüğüm, tiyatro gibi sinema da kendi yerini bulacak her zaman.