Zafer itirafla başlar!
Trump’ın gelişine umut besleyen, kapitalizmin bütün kurallarıylazengin olmuş bir adamdan merhamet, umut, gelecek bekleyeninsanlar olmak biz Türklere, “alemlere rahmet olarak gelen”Peygamber’in ümmetine yakışmaz... Sorgulamak istemiyorumbile, Müslüman olmak ile Müslüman kalmak arasındaki ince çizgiTrump’tan bir gelecek beklemenin neresinde durur!
Yeni bir dünya düzeni ihdas ediliyor. Yine kan, yine gözyaşı, yine zulümle yeni bir nizam kuruluyor. Yine Müslümanlar pasif, yine Müslümanlar piyon, yine Müslümanlar çaresiz.
Düzen yine İslam topraklarında kuruluyor, İslam toprakları yeniden çiğnenecek; kâfir postalları daha ayağını çekmeden bu sefer sahiden son darbeyi vurmak için, takılı kalan son nefesi de çıkartmak, hırıltıları kesmek için geliyor kefere.
Hala gâvurdan müspet bir davranış, laf, mimik bekleyen insanlarız; biz Türkler keferenin ağzına bakanlardan olmadık, olmayız!
Bizim için en önemli mesele, Ortadoğu’daki düzenin ne şekilde tesis edileceği; öyle bir düzenle karşı karşıya kalabiliriz ki bin yıllık varlığımızı geçmişte sürekli tekrarlanan, talep edilen, planlanan Anadolu içlerinden ibaret bir devlete mahkûm kalabiliriz.
Öyle mi sahiden; Trump’ın gelişine umut besleyen, kapitalizmin bütün kurallarıyla zengin olmuş bir adamdan merhamet, umut, gelecek bekleyen insanlar olmak biz Türklere, “alemlere rahmet olarak gelen” Peygamber’in ümmetine yakışmaz... Sorgulamak istemiyorum bile, Müslüman olmak ile Müslüman kalmak arasındaki ince çizgi Trump’tan bir gelecek beklemenin neresinde durur!
Amerika, Çin, Rusya, ihtiyarlayan Kıta Avrupası karşısında yeniden yükselişini Trump gibi bir figüre bağladı; öyle sorumsuz, öyle savruk, öyle saldırgan olacak ki, hiçbir uluslararası teamülü umursamayacak... Kimse de yaptıklarını, yapacaklarını savunmayacak, savunamayacak... Yeniden dünyada duvarlar yükseliyor; sormak mübah elbette, hiç inmiş miydi... Beton duvarlar yıkıldı, şeffaf duvarlar yükseltildi; her daim kapitalist merkezle geri kalanlar arasındaki “asalet farkı” korundu. Dünya yeni bir düzene doğru giderken her zamanki gibi orada Müslümanlara ve Türklere yer olmayacak.
Bizim için en önemli mesele, Ortadoğu’daki düzenin ne şekilde tesis edileceği; öyle bir düzenle karşı karşıya kalabiliriz ki bin yıllık varlığımızı geçmişte sürekli tekrarlanan, talep edilen, planlanan Anadolu içlerinden ibaret bir devlete mahkûm kalabiliriz.
İster Atlantik bloku olsun ister doğu bloku Suriye ve Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını istiyor; bu konuda hemfikirler. Zaten Amerikan başkanlık seçimleri esnasında Clinton bile Amerikan askerlerini bölgeden çekeceğini yerlerine PYD-YPG’yi bırakacağını söyledi. Bırakın hafif silahları zırhlı mühimmat vermekte bir beis görmüyorlar; öyle ki İsrail ve Kürt devletinden müteşekkil yeni Ortadoğu müesses nizamı, ister istemez kısa sürede Anadolu birliğini tehdit etmeye başlayacak. Hoş şimdi tehdit etmiyor mu?
İttifaksız yaşayamayız!
İnsanlar milli ve yerli kavramları etrafında devletin güç gösterisini güçlü devlet zannetmekle büyük bir tatmini gerçekleştiriyor; öyle ya, hendek açanlara karşı hadlerini bildiren bir devlet, bölünmez bütünlüğümüzü sağlayabilecek.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’da bir komünist idarenin iş başına gelmesi, Türkiye’nin ömrüne katkıda bulunmuş olabilir... mi?
- Dünya sistemi bizi Sovyetlerle arasında tampon bölge olarak düşünmeyi gerekli ve yeterli gördü. Bu tampon devlet doğu ile batı arasındaki ilişkileri, doğunun batısında batının doğusunda kalarak bir süre idare etmeyi bildi; belki de mecburduk...
Soğuk Savaş denen danışıklı dövüşte Sovyet peykine girmekle Amerikan tayfında yer bulmak arasındaki ihtimaller bizi demokrasilerin ortasında bıraktı. Artık Sovyet komünizmini sadece Atlantik için değil aynı zamanda milli, manevi, dini, geleneksel varlığımız için de koruyabilecektik. Komünist tehlikesinin savuşturulması haliyle denetimli demokrasiyi mecbur kıldı.
Dışarıda Sovyetler korkuttukça, içeride komünistler azdıkça eteğine yapışabileceğimiz bir NATO vardı, demokrasinin ve özgürlüklerin garantisi Amerika, hayat tarzı itibariyle örnek aldığımız, kadim medeniyet davasında kendimize emsal teşkil edebilecek nitelikteydi.
AB’nin ucunu göstermeseler bile bizim “Kızıl Elma”mız çoktu... AB kapısında beklemek bile Türkiye’nin İslami dönüşüm geçirmesinden iyiydi... İslamcılar da aynı fikirdeydi, milliyetçi muhafazakârlar da.
Kimse kendini kandırmasın, bu toprakların yerli, Sünni, Müslüman, Türk varlığı da İslami dönüşümden imtina ediyor.
Osmanlı sevgisi büyüklük kavramıyla izah edebilecek kahramanlık gösterisinden ibaret kaldı. Osmanlı’yı inşa eden gaza kültürümüz Lale Devri’nden itibaren düşmanlaştırılacak kadar unutuldu, unutturuldu. Zira medenilik davası savaşları, cihadı, fethi örten, başkasının ontolojik güvenlik sahasına tutunmayı zulüm gören asaleti yine hakir görüyordu.
Hakir göre göre, hakir görüle görüle batılılaşma davasına girdik. Kendimize düşmanlarımızdan oluşan müttefikler edindik; Ruslar Yeşilköy’e geldi, biz batı ittifakından medet umduk, Kavalalı ailesi Kütahya’ya ilerledi bizler Ruslar’dan yardım bekledik.
İttifaksız yaşayamayacağımızı zannediyorduk, hala da aynı kanıdayız. Aylardır matbuat hangi şer cephesinde yer alacağımızın kavgasını veriyor.
- Fırat Kalkanı Operasyonu Türkiye’nin beka meselesine çözüm getirebilecek boyutlara gelmeden, sistemin lordları tarafından etkisizleştirilecek gibi görünüyor.
Ortadoğu'da yeni düzen
İngiliz aklı, Amerikan iradesi ve İsrail varlığı Rojava’yı bir laboratuvar olarak inşa etti. Rojava’da sadece Kürtler değil her türlü küçük etnik gruplarla beraber Araplar da alternatif yönetim biçimi etrafında bir araya getirildi.
Yine feodalizm, yine kadim gelenekler, yine bölge ölçeğindeki menfaat ağlarının etrafında güya komünal hiyerarşiler inşa edildi. Rojava’da İngiliz aklı farklı grupların devlet olmasa bile federal idarede yer bulabilecek kadar örgütlenmelerini, pratik kazanmalarını sağladı.
Yeni savaşların mantığı, terör, IŞİD sosyolojik ve dini hassasiyetleri tavana çıkartarak, klan devletlerinden oluşan parçalı yapının fitilini ateşledi. Evet Arap Baharı da bunun bir parçasıydı.
Ne kadar uydu, ne kadar Baasçı, Arap-Kürt milliyetçisi olursa olsun, ulus devletlerin ömrü gittikçe kısaldı, kısalıyor. Ortadoğu’nun belki de tek gerçeği olan “asabiye” temeli, birimlere dayalı, soya-boya, kabile menfaatlerine endekslenmiş yaşama biçimi, ulus devletlerin ömrünü tüketecek!
Öyle ki klan devletler, aşiret devletleri yeni Ortadoğu statükosunu oluşturacak.
İşte Türkiye Suriye’de, Irak’ta müttefikleriyle savaşırken, kendi varlık alanını korumanın mücadelesini veriyor.
Kendimizi kandırırken!
İster yeni Soğuk Savaş denilsin ister yeni müesses nizam, İsrail ve Kürt devletinden müteşekkil, Rusya’nın sıcak denizlere inme fantezisini karşılayacak bu oyunun içinde bizler, kendimize özgü yaşama biçimini yerine getiremediğimiz gibi güçlü olduğumuz hayalini zenginleştiren lümpen şiddetlerle sisteme karşı koyabileceğimizi zannediyoruz.
Devlet aklı kavramından yola çıkarak akillerden oluşan, görünmeyen ulularla, aksakallı bilgelerle, Orta Asya’dan bu yana Anadolu’yu vatan kılan geleneklerle, güçle, iradeyle, nüfuzla kurtulabileceğimiz hayaliyle yaşıyoruz. Yaşıyoruz ki, laiklik kavramından rejimin varlığına, Kemalist milliyetçilikten Cumhuriyet idealizmine kadar her bir yönelimi tutamak alıp, birbirine karıştırıp milli ve yerli davrandığımızı düşünüyoruz.
Postmodern zamanlarda, 1980 sonrasının neoliberal siyasi kültüründe hayatımız çokkültürlülük, çoğulculuk, bir arada yaşama, hoşgörü kavramları etrafında Türk varlığını söndürme üzerine kuruldu. Siyasetin doğasına Türkiye’yi kurup yaşatan değerlerin tasfiyesini gerektiren minör öznelerin kutsallığı yerleştirildi.
İtiraf etmeyi bilelim, zayıf olduğumuzu kabullenelim, sistemle çatışamayacak kadar törpülenmiş bir ruha sahip olduğumuzu görelim; itiraf edelim ki hazırlıklara başlayalım!
Mesele sadece etnik ve mezhep odaklı faylarımızı daha da ayırmak, üzerlerine binen enerjiyi daha da güçlendirmek değil, ortak iyi kavramından, ortak akıl söylemine ulaşacak kadar naif, geçişkenli, soft ve masum yeni birliktelikler inşa ederek, dejenerasyonu terakki göstermeye dayanıyordu.
İlerliyoruz, kalkınıyoruz ama çözülmekten kendimizi kurtaramıyoruz; etnik ve grup aidiyetlerini millet varlığının üstüne çıkararak zihnen, kalben, ruhen bin yıllık Anadolu irfanından, Anadolu birliğinden çıkarmanın bir şekilde sonuçlarıyla yüzyüze gelme pratiği yapıyoruz.
Simülasyonu bizzat gündelik hayatına taşıyan başka millet var mıdır bilmiyorum; fakat gerçeklere müptela hakikat kaçkınlığını yücelttikçe yüceltiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı vasıtasıyla kapitalizm İmparatorlukları tasfiye etti; ulus devletleri faşist rejimler, içe kapanık güçlü iradeli şahsiyetlere bağlı, disiplinli toplumlar inşa etti.
Ulus devletler varlık – yokluk kavgası içinde, büyüklere yem, emperyalizme meze olmamak için sürekli bir korku, kaygı, beka endişesi yaşadı. Tehditler ittifakları getirdi; ittifaklar toplumların özgüvenlerini yükseltir gibi gözükse bile kimliklerini, şahsiyetlerini alıp götürdü. İmparatorluğun son dönemlerinde kavmiyetçilikten kurtulmak için adem-i merkeziyetçiliği tartıştık, Cumhuriyet pek çok isyanı bastırdı, bugün beka kaygısı diyenler o isyanları demokrasi ile açıklıyordu.
Demokratik özerkliğin, federasyonun, güçlü yerel iktidarların Türkiye’yi selamete çıkaracağı bilinçaltına yavaş yavaş nakşediliyor. Herkes üniter yapıdan taviz vermeyeceğini bağırırken alt tarafta beyin, idrak düzeyi kendi içinde çapraşarak, çatışarak, birbirini ezerek mevzuyu tartışıyor. Birilerinin ütopyası kadim Anadolu birliğimizin sonu olabilir; yılların verdiği baskıdan, terörden, sürekli şehit cenazesiyle karşılaşmaktan bıktığımız için, beynimizin kıvrımlarına yerleştirilen “ihtimaller” bizi teslim almaya yeter de artar bile.
İtiraf etmeyi bilelim, zayıf olduğumuzu kabullenelim, sistemle çatışamayacak kadar törpülenmiş bir ruha sahip olduğumuzu görelim; itiraf edelim ki hazırlıklara başlayalım!