Yol hikayeleri: Eski çağlardan bir masal:Açe’de birkaç gün
Biraz bekledikten sonra ağabeyim gelip bizi buldu. Kucağında en küçük kardeşim vardı.Annemi sorduğumda bilmediğini söyledi. Anlattığına göre evden çıkınca önce annemeyetişmiş, sonra da küçük kardeşimi onun kucağından alıp koşmaya devam etmiş.“Buralardadır, birazdan gelir” dedi. Ama annem gelmedi. Annem hiç bir zaman gelmedi.
Deprem pazar günü oldu. O sırada nenemle evin önünde oturuyorduk. Sarsıntı durunca eve girdik. Sıradan bir deprem zannedip hayatımıza devam ettik. Kahvaltıya oturduğumuzda dışarıdan sesler gelmeye başladı. “Su geliyor! Su geliyor!” diye bağırıyorlardı. Köyümüzle deniz arasında dağ var, su nasıl gelebilir? Önce inanmak istemedik. Böyle bir şey daha önce olmamıştı. Sonra nasıl olduysa annem küçük kardeşimi kucağına alıp, bizi unutup koşmaya başladı. Annemin peşinden ağabeyim ve kardeşim de koşarak uzaklaştı. Nenem ve ben evin önünde öylece kalakaldık. Nenem bana “ne duruyorsun burada, hadi koş git!” diye bağırdı. “Sen koşmuyorsun, ben nasıl gideyim” dedim. Nenem çok zor yürüyordu. “Ben yaşlıyım, gelemem” dedi ve oturdu kaldı. O sırada yoldan geçenlerin arasında öğretmenimi gördük. Nenem ona “lütfen torunumu da götür” diye yalvarınca elimden tutup beni sürüklemeye başladı.
Olan biteni o an gördüm. Deniz koca tepeleri aşıp üstümüze geliyordu. Suyun geldiğini görüyordum. Çok korkunçtu. Nenemi ardımda bırakıp koşmaya başladım. Ama sürekli arkama baktığım için yavaş ilerliyordum. Son kez baktığımda su evimize ulaşmak üzereydi. Dalgaların evimizi bir anda yuttuğunu gördüm. Babamın tahtalardan yaptığı evimiz paramparça oldu. Etraftaki tüm evler ve ağaçlar yıkıldı. Bir daha arkama bakamadım çünkü su bana ulaşmıştı. Birdenbire suyun içinde kaldım. Ağaçlara çarpıp duruyor, gözlerimi açamıyordum. Su simsiyahtı ve çok yüksekti, benimle beraber her şeyi sürüklüyordu. Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. “Allah’ım burada ölürsem sadece rızanı ve cennetini istiyorum” diye dua etmeye başladım. Ancak tedirgindim, aklıma küçükken yaptığım yaramazlıklar geliyordu. Ben küçükken annemin sözünü dinlemeyen ve sürekli yaramazlık yapan bir çocuktum. Dua ederken bunları düşünüyordum, çünkü daha 13 yaşındaydım.
Sonra kendimi bir tepenin yamacında buldum. Su beni sürükleyip bırakmıştı. Etrafıma baktığımda evden benden önce çıkan kardeşimi gördüm, tepenin daha yukarısında bir yerdeydi. Bana “koş koş” diye bağırıyordu. Kurtulmuştuk işte, daha neden koşayım ki? Önce anlamadım. Sonra korkuyla arkama baktım. Daha büyük ikinci bir dalga geliyordu. Biraz daha tırmanıp kardeşime yetiştim. Beraber koşmaya başladık. Sonra karşımıza parmaklıklar çıktı. Kardeşimi parmaklıkların arasından soktum. Küçük olduğu için geçti ama ben diğer tarafa geçemedim. Parmaklıklara bakıp buradan nasıl atlayacağım diye düşündüm. Burada kalırsam ölürüm ama atlarsam yaralanırım diye düşünerek parmaklılara tırmandım. İkinci dalgadan kurtulmuştuk. Tepelerde yüzlerce insan vardı. Biraz bekledikten sonra ağabeyim gelip bizi buldu. Kucağında en küçük kardeşim vardı. Annemi sorduğumda bilmediğini söyledi. Anlattığına göre evden çıkınca önce anneme yetişmiş, sonra da küçük kardeşimi onun kucağından alıp koşmaya devam etmiş. “Buralardadır, birazdan gelir” dedi. Ama annem gelmedi. Annem hiç bir zaman gelmedi.
Babam da gelmeyecekti. Arkadaşlarının anlattığına göre herkes tepelere doğru kaçarken o eve doğru koşmuş. Bize yardım etmek için geliyormuş. Buna imkân yoktu. Tsunami herkes gibi onu da yutmuştu. O gün orada kaldık. Sular çekildikten sonra annemi, babamı ve nenemi bulmak için aşağı indik. Bütün cesetler toprağın üstündeydi. Kardeşlerim ve ben yemeksiz, susuz ortada kalmıştık. İki gün geçtikten sonra tsunaminin etkilemediği bir yerde yaşayan akrabalarımızın yanına gitmeye karar verdik. Çok uzaktı ve biz yürüyerek gidiyorduk. Bir yandan da gözlerimiz anne ve babamızı arıyordu. Ne annemin ne de babamın cenazesini bulabildik. Sonra kuzenimin evine ulaştık, fakat yiyecek ve içecek yokluğundan uzun kalamadık. Birkaç gün sonra halam gelip bizi aldı.
Ben o zamanlar altıncı sınıftaydım. Halamın köyünde okula gitmeye başladım. Bir süre sonra İHH’nın Açe’de yeni açılmış olan yetimhanesinden haberimiz oldu. Halam da beni, kızlara özel bu yetimhaneye gönderdi. İlk zamanlar benden başka çocuk yoktu, yetimhanenin ilk yetimi bendim. Sonradan çok kişi geldi ve güzel bir hayatımız oldu. Orası bizim evimizdi. İşte benim yetimhane hikâyem böyle başladı.
...Bütün bunları bana Vildan adında Açeli bir kız anlattı. 2004 yılında tsunami Sumatra kıyılarını vurmuş, Açe en çok etkilenen bölge olmuştu. Deniz taşıp karayı basmış, koca gemileri şehrin ortasına sürüklemişti. Araçlar sel sularının içinde saman çöpü gibi savruluyordu. Vildan, ailesiyle birlikte sel sularına kapılmış, birçok akrabasının yanı sıra anne ve babasını kaybetmişti.
Yetimhanede büyümüş, daha sonra da üniversite okumak için İstanbul’a gelmiş, burada yaşamaya başlamıştı. Ve bana hikâyesini anlatıyordu. Yetimhanede günlerin nasıl geçtiğini anlatırken her şey bir film gibi gözümün önünden geçti. Çünkü bir süre önce Açe’ye bir yolculuk yapmış ve yetimhaneye uğramıştım. Bir sürü ortak tanıdığımız vardı. Desi vardı mesela, -nasıl unutabilirim onu. Yetimhanenin küçük maskotu... Uzun yoldan gelmişim, daha yetimhaneye gireli on dakika olmamış, elimde fotoğraf makinasını görünce bastı çığlığı, velveleye verdi ortalığı. Neymiş efendim ben onun fotoğrafını çekmişim, çekmeyecekmişim, neden çekmişim, çekemezmişim. Makineyi bile açmadım daha, çantamı düzenliyordum sadece, hem bu karanlıkta fotoğraf mı çekilir... Beni şikâyet etmediği kimse kalmadı. Gel dedim, bak bakalım senin fotoğrafın var mı burada? Baktı baktı... Göremeyince “hemen de silmişsin” diye cevap verdi. Hayda, nereden çattık! Sonradan anladım Desi’nin haylazlıklarını. İlgi beklediği ve bir baba şefkatine muhtaç olduğu için sürekli ortalığı karıştırdığını.
Bu yetimhaneye Türkiye’den gelen kişi erkek ve evliyse onu “baba” diye karşılarlar. Kadınlara ise “anne” diye hitap ederler. Ve bu sıfatı isminizin önüne koyarlar: Baba Abdullah. Vay be, çok havalı. Yetimhanede geçirdiğim süre boyunca tüm yetimler bana “Baba Abdullah” diye seslendi. Desi ise haylazlıklarına devam etti. Misafirhaneye geçip uyumaya hazırlanırken kapı çaldı. Desi çetesini toplayıp gelmiş. Meğer beni korkutmak isterlermiş. Odada çok fazla kertenkele varmış. Gece beni yiyeceklermiş. Kapının önünde bir düzine çocuk yarı konuşarak yarı işaretlerle bana bir şeyler anlatıyor, kertenkelelerin beni nasıl yiyeceğini tarif ederken şekilden şekilde giriyor, akıllarına gelen tüm canavar taklitlerini yapıyorlardı. Ben de onlara kertenkele yemeyi çok sevdiğimi ve onları nasıl yiyeceğimi aynı yöntemle anlattım. Bunu iğrenç bulup gittiler. Ama bana rahat yoktu. Biraz sonra odanın telefonu çaldı. “Good night Baba Abdullah” diyen bir ses... “Sana da iyi geceler” deyip kapattım. Desi’nin çetesi iş başındaydı. Telefon böyle defalarca çaldı. Her açtığımda aynı şeyleri söyleyip kapatıyorlardı. Bir süre sonra onlar da yoruldu. Kafamı yastığa koyduğumda görüş alanımda en az on tane kertenkele gördüm. Tavan, duvarlar, kapı kenarları; anlaşılan her yer onlarındı. Çorabımı top yapıp bir grubun üzerine fırlattım. Kaçışan yaratıkların yerine yenileri geldi. Huzurla yatıp uyudum.
Sabaha doğru uyandığımda çocuklar mescide gidiyordu. Hava henüz aydınlanmamıştı. Hemen hazırlanıp çıktım ve ben de mescidin yolunu tuttum. Çocukların sabah namazından sonra hep birlikte yaptıkları zikir faslını kaçırmak istemiyordum. Yetimhanenin olağanüstü manevi bir havası vardı. Hava aydınlanınca nasıl bir yerde olduğumu daha iyi anladım. Devasa ağaçlarla dolu ormanın içinde büyükçe bir kompleksti burası. Yatakhaneleri, derslikleri, konferans salonu, yemekhanesi, mescidi, misafirhanesi ayrı ayrı yapılardan oluşmaktaydı. Çocuklar kahvaltı yaptıktan sonra servislere binip okulun yolunu tuttu. Şimdi çıkıp biraz Açe’yi gezebilirdim.
Yemyeşil doğanın içinden geçip tropikal meyvelerle dolu pazarlarına uğrayıp sessiz sakin insanlarıyla karşılaştım. Tsunamide şehrin ortasına sürüklenen geminin güvertesine çıkıp şehri seyrettim. O günleri unutmamak için gemiyi sürüklendiği yerde bırakmış ve ziyarete açmışlar. Devasa geminin tepesinden şehir ayaklarımın altındaymış gibi görünüyordu. Çünkü Açe’de ne yüksek binalar vardı, ne de bir AVM. Büyük bir kasabayı andırıyordu sadece. Selam verdiğim pazarcılar meyve ikram ederken, esnaflar çay içmeye davet ediyordu. Endonezya’nın bu özerk bölgesinde gürültüden, kargaşadan uzak sessiz ve huzurlu bir hayat yaşanıyordu. İslam şeriatıyla yönetilen Açe gördüğüm en nadide yerlerden biriydi. Eski çağlardan bir masal gibiydi.
Vildan bana hikâyesini anlatırken ben Açe’ye gidip gelmiştim bile. Yaşadıklarım, anılar, görüntüler, duygular ve hatta kokular hızla zihnimi doldurmuştu. Daha sonra aklıma İstanbul’da yaşadıkları hayatla ilgili sorular sormak geldi. En çok BİM’den ve çarşamba pazarından alışveriş yapıyorlardı. Bizim pilavı sevmediklerini ve istedikleri pirinci bulmakta zorlandıklarını anlattı. Kendi gibi Açe’den okumaya gelen arkadaşlarıyla bir evde kalıyor ve yemekleri sırayla yapıyorlardı. Hayat çok garipti. Hayat hala garip ve benim artık yazıyı bitirmem gerekiyor. Çünkü bu yazıya çalıştığım yer bir otel odası ve ben birazdan Filipinler’in başkentinden Banaue’ye doğru dokuz saatlik bir yolculuğa çıkmak zorundayım. Ve yol ve belki de sadece yol, her seferinde kalp atışlarımı hızlandırıyor. Her sokak, her yaşam beni hayrete düşürmeye devam ediyor. Görüşmek üzere.