Yirmisinden sonra gerçeği görmeyenlerin şehri
Burası 20 yaşını geçen hiç kimsenin sokağa çıkmadığı bir şehir. Yüzyıllardır bu gelenek, bu inanç devam ediyormuş şehirde. Çünkü bir insanın 20'sine kadar yaşama bilgisini edindiğini, bundan sonra yeni bir şey öğrenemeyeceğini düşünüyorlarmış.
Bütün anlatılar şu cümleyle başlamalı diyorum: "Onlara getireceğim bir haberim vardı." Evet, benim de bir haberim vardı, yeni bir başlangıç için onlara söylemek istediğim…
İlk yirmi seneme öfkeliydim. İlk yirmi senem onun ilk yirmi senesinin yanında ağacının dibine düşen ve rüzgâra ses çıkarmayan bir yaprak gibiydi. Onu kaybettim, kanser dediler. Onu kaybedince ilk yirmi senesini de kaybettim, kendimin boş ilk gençliğiyle baş başa kaldım böylece.
Bunun için çıkmıştım yola, bu şehirden başlamalıydım derdimi anlatmaya, dünyaya karşı bir teklifte bulunacaksam eğer buradan başlamalıydım. Neden buradan başlamalı diyenler olabilir, bunu ben de çok sordum kendime. Çünkü burası 20 yaşını geçen hiç kimsenin sokağa çıkmadığı bir şehir. Yüzyıllardır bu gelenek, bu inanç devam ediyormuş şehirde. Çünkü bir insanın 20'sine kadar yaşama bilgisini edindiğini, bundan sonra yeni bir şey öğrenemeyeceğini düşünüyorlarmış. Dile kolay yirmi sene. 20. yaş gününde büyük bir şölen tertip ediliyor kişiye, bu törene 20'sinden büyük olanlar da katılabiliyormuş. Sadece bu törenlerde toprağa ayak basıyorlarmış onlar.
Halk dilinde "Ahenk" adını verdikleri bir sazlı çalgıyı çalıyorlar, büyük bir yemek sofrası kuruluyor meydana, şehrin en yaşlısı son konuşmasını yapar gibi; ilk yirmi sene öğrendiklerini anlatıyormuş. Sonra ondan daha az yaşlı olan, şehrin ikinci ihtiyarı ilk yirmi senede öğrendiklerini anlatıyormuş. İhtiyarlar sadece bu törenlerde dışarı çıkabiliyorlarmış. İlk on ihtiyar yaşama bilgilerini, hayattan öğrendiklerini sezdiklerini anlatılınca son kez "Ahenk" çalınıyor ve yirmi yaşına ayak basan kişi evine uğurlanıyormuş, meşalelerin ve marşların arasında. Bu şehir herkesçe bilinir fakat kimseyle diyalog kurmadıklarından kendi hallerine bırakılmış bir yer. Devlet birkaç kere gitmiş, kimseye zararları olmadığından kendi hallerine bırakmışlar. Çünkü yirmi yaşında yaşama bilgisine eriştiğini hisseden biri, asla iktidara talip olmaz.
Sonunda biri dayanamayıp benimle konuştu ve şöyle dedi: "Bu şehirde artık yirmi yaşın altında kimse kalmadı."
Ancak eğler bu dünyada kendini. Bu eğleyiş biçimini de doğru bulduğundan sadece kendisine yakın olanlara anlatır. Bu şehirden kaçan bir kadınla tanışmıştım, kaçmasına rağmen bu inancın felsefesini anlatmıştı bana. "Neden oradan kaçtın" diye sorduğumda, "yirmi yılda edindiğim yaşama bilgisinden emin olmak için, o şehrin dışına çıkmalıydım" demişti. "Peki, sonuç" diye sormuştum ben de. "Sonuç mu, onlar haklılardı, haklılıklarını anlamam çok kısa sürdü, ama yirmi yaşını geçmiştim ve bir daha geri dönmem mümkün değildi" demişti. Gel zaman git zaman, onunla sevgili olduk, evlendik. Bir gazetede editör olarak işe başlamıştı, ben de muhasebe bölümündeydim. Tanışmıştık işte, onun ilk yirmi yılına âşık olmuştum. Öyle hayrandım ki hayata bakışına, dünyayı algılayış biçimine, dünyanın bize teklif ettiği şeye dair olan yorumuna.
İlk yirmi seneme öfkeliydim. İlk yirmi senem onun ilk yirmi senesinin yanında ağacının dibine düşen ve rüzgâra ses çıkarmayan bir yaprak gibiydi. Onu kaybettim, kanser dediler. Onu kaybedince ilk yirmi senesini de kaybettim, kendimin boş ilk gençliğiyle baş başa kaldım böylece. Onun ilk yirmi senesini o kadar özlüyordum ki, 50 yaşımda baştan başlamak için o şehre gittim.
Beni kabul edeceklerini umarak. "Bakın, bana bir yirmi yıl borçlusunuz," diyecektim, ki, şehre geldiğimde sanki dünya henüz yaratılmamışçasına bir sessizlik hakimdi. Tek tek pencerelere, kapılara vurdum, bağırdım bana bir yirmi sene borçlusunuz diye. Sonunda biri dayanamayıp benimle konuştu ve şöyle dedi: "Bu şehirde artık yirmi yaşın altında kimse kalmadı."