Yerinden edilmenin ufuneti: Tren Rayları
İnsan, kişiliğini yüzünde taşır. Kalp, yüze yansır. Bir insanın dışa vurduğu duygularının gerçekliği yüzüne yansıyıp yansımadığından belli olur.
Tren Rayları, John Berger ile Anne Michales tarafından gerçekleştirilen bir sohbet. Diyaloglar. Bugünden geçmişe uzanan bir yolculuk. Tren raylarında kesişen sadece iki insanın hayatı değil, tüm insanlığın kaderi.
Yazgı, hatıralarla varlığını keskin bir biçimde korur. Hatıralar, dünü dünde bırakmaya engeldir. Bugünde bugünü değil, geçmiş yaşamı aynı canlılığıyla, belki de daha da canlı bir şekilde (öyle ya bir kez yaşanmış olaylar, hatıralarla tekrar tekrar yaşanır) sürdürmektir.
Tren Rayları, sürdürümün öyküsü. Yazıda yer alanlar bugüne değil, geçmişe ait ve hatıralarla yazı geçmişi aynı canlılıkta resmediyor.
Görüntüler birbiri ardına sıralanıyor okurun önüne. Ve akışta sevinç yok, keder var, insanlığın düçar olduğu ızdırap var, kaçınılmaz sancılar var. İkinci Dünya Savaşı da yerinden edilmiş insanların endişesi de sayfalardan zihnimize akmakta.
Anne Michales “Bir göçmen içinde öleceği dili hiç anlamayabilir” diyor. Tek bir cümlenin içine yüzbinlerce insanın trajedisini sığdırabiliyor. Edebiyat belki de bu yüzden ölümsüzdür. Senelerce süren bir imtihan, dinmek bilmeyen bir acı aynı vurguda olmasa da belli bir vurguda tek bir cümlenin içine sığabiliyor çünkü. Yurtsuzluk, oradan oraya sürüklenmek, bir umut için, kendini hiç bilmediğin insanların vicdanına teslim etmek. Sonunda ölüm olsa da. Çünkü denemesen zaten ölümlesin. Ölüm ile hayatın arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin çizgi tam olarak bir göçmende gösterir kendisini. Tüm çıplaklığıyla oradadır; bakışlarında, mahcubiyetinde, sakladığı ellerinde, kaçtığı sandal batarken denizde evladını arayan gözlerinde, dil bilmediği için yardım isteyemeyen o nedenle de suskun kalan dilinde, ağzında.
Tren Rayları bir vicdan muhasebesi aslında. Şehri betimlerken, akılda kalan anılar üzerinden bir tarif yapılırken, yeniden bir resim meydana çıkarılırken; vicdan hep kenarda, saklı değil ama aşikâr.
Bir yandan da sıcak. İnsana dair insanı insan yapan tüm duyguları barındırıyor içinde. Özlemi, aşkı sıcaklığıyla sunuyor. Geçmiş hatırlandığında ilk o duygular hatırlanıyor. Diyalog sahipleri birbirlerinin yüzünü anımsıyor ve dile getirme ihtiyacı hissediyor sürekli. İnsan, yüzünden tanınır çünkü. Bu sadece biyolojik bir şey değildir, sadece nasıl göründüğüyle alakalı bir durum değildir. İnsan, kişiliğini yüzünde taşır. Kalp, yüze yansır. Bir insanın dışa vurduğu duygularının gerçekliği yüzüne yansıyıp yansımadığından belli olur. Yüz bir kesinleştirme işlevi görür. Güven veya güvensizlik dahi önce yüzden gösterir kendini. Sevgi bir kalbi pıtırcıklandırıyorsa eğer, yüz cıvıldar. Nefret bir kalbi karartıyorsa eğer, yüz aydınlıktan mahrum kalır.
Yüz, önemlidir. Çünkü bir tren durduğunda aşıklar kalabalığın içinde maşuğun yüzünü arar. Ve bir tren gittiğinde aşığın yüzünü de alıp götürür ve geriye sadece hatıra kalır. Gerçek olmayan ama gerçekten daha canlı olan görüntüler. Hatıralar, “tarihin kalıntılarında gezinen ruhların” tekrar dünya sahnesine çıkmasını sağlar. Bir tren tek başına uzaklaşır ama içinde yüzlerce insan vardır ve o yüzlerce insan tek başına giderken geride başka yüzlerce insan da onların görüntüsünün gitmesini izlemek zorunda kalır. Bedenler gider, ruhlar esnektir; ruhlar istediği gibi taşınabilir.
Hatıraların diri olması onların daha da diri tutulmasını arzulatır insana. Yazı, yollardan biridir. Ve başka canlıların da o hatıralarla tanışmasını, böylece de hatıraların daha canlı olmasını mümkün kılar.
John Berger ile Anne Michals’in tren raylarından baktıkları dünyaya şahitlik ediyor, orada yer alıyor, gerçek bir hayata komşu oluyoruz. Kıymetli çünkü bir tren yolculuğa bugün çıkar ama taşıdığı geçmiş ile gelecektir.