Yenilmez kahraman, töreli Türk, son mucize Cüneyt Arkın
Yeşilçam’ın epik zamanlarının yalnız şövalyesiydi Arkın. Bizim adımıza tekme atmış, racon kesmiş, intikam almış, hesap kapatmış ve hepimiz adına kalpsizlere haddini bildirmişti.
Türk sinemasının milat aktörlerinden Cüneyt Arkın, yaklaşık üç yüz filmde gösterdiği başrol/ana karakter performansıyla sinemamızın en önemli ve en unutulmaz yıldızlarından biri olarak kayıtlara geçti. Tarih adını yazdı, talih onu seçti. Rüzgâr gibi geçti. Hiçbir aktör onun kadar sevilmedi. Hiç kimse yerini dolduramadı. Nihayetine arzu ettiği gibi âşık olduğu bir milletin kalbine gömüldü. Filmleriyle hayat ve umut vermişti. Kötülerin celladı, gariplerin hamisi. Evet, bir yönüyle yenilmez kahraman. Yenilmez ve her daim güven veren bir kahraman. Töreli Türk’ün simgesi. Özgüven adası. Yoksul halkın tek eğlencesi olan sinema salonlarındaki yegâne arınma ritüeli. Herkesin, her şeye karşı tek tek Cüneyt Arkın olduğu zamanlar. O vurdukça, yendikçe, başardıkça; tüm intikamlar alınıyor, yarım kalan hesaplar kapatılıyor, zalimler dize geliyor ve kimsenin hakkı kimsede kalmıyordu. Beyaz boğazlı balıkçı kazağıyla da, tilki yünlü kalpağıyla da, kırmızı kuşaklı beyaz gömleğiyle de yeterince kahramandı. Yalan yok, Bruce Lee’nin Süpermen’i döveceğine nasıl inandıysak, Cüneyt Arkın’ın da Bruce Lee’yi döveceğine aynı şiddetle inanmıştık hepimiz. Ve dünya mutlaka kurtarılmalıydı. Sizin Cüneyt Arkın’ınız var diyenler fena halde haklıydı galiba.
Yeşilçam’ın epik zamanlarının yalnız şövalyesiydi Arkın. Bizim adımıza tekme atmış, racon kesmiş, intikam almış, hesap kapatmış ve hepimiz adına kalpsizlere haddini bildirmişti. Gezegen tekmeleyen, dünyayı kurtaran, kötü adamları bir ülke namına yumruklayan, hiç yenilmeyen, çocukluğumuzun/ilk gençliğimizin tanığı bir adamın hikâyesiydi aslında bu. Yıllar sonra yapacağı televizyon programının adıyla (Babacan) müsemma bir Yeşilçam imgesi olarak, saçlarını titrete titrete attığı seri yumruklarının hayranı olduğumuz, bırak o kızı dedikten sonra gerçekten hiç şakası olmadığını bildiğimiz, ‘’eğer bunun cevabını doğru vermezsen, seni hayatının sonuna kadar sakat bırakırım’’ şeklindeki fantastik tehditlerini ciddiye aldığımız, güven duygusuyla eşdeğer o adam; Cüneyt Arkın. İspanyol paça pantolonlarla atılan o uçan tekmelerinin hatrına her şey yeniden kurulur. Biliriz ki; Komiser Cemil geri dönerse suçlular bu şehri terk eder, Malkoçoğlu tek başına Bizans’ı dize getirir, Poyraz Murat’ın nam-ı yürür, Gırgır Ali yine santimine göre kız kaçırır ama hep gırgırına ve onlarca Kara Murat vardır ardında!
Adını unutan adam
Sinemamızın ilk iç-göç filmi olan Gurbet Kuşları’yla (1964) beyaz perdeye merhaba diyen Cüneyt Arkın, stil sahibi, fedakâr, karizmatik ve rolünün hakkını veren bir oyuncu olarak tanındı. İlk filminden başlayarak, hiçbir sanatçıya nasip olmayacak kadar büyük bir teveccüh görerek, sinema seyircisiyle arasında çok özel bir bağ kuran Arkın için Cemal Süreya İpek Yolu’ndaki Süpermen tabirini kullanırdı. Haksız da sayılmazdı Süreya. Avrupai fiziğe sahip bir Kırım Tatarı olarak dünyayı İpek Yolu boyunca; Steve Arkın, George Arkın, Fahrettin, Cüneyt Arkın ve Lee Arkın gibi onlarca isimle fethetmişti. Zaten Kabalcı Yayınevi / Sinema Dizisi’nden çıkan 2001 tarihli “Adını Unutan Adam” adlı ilk kitabının isim hikâyesi de buradan gelir. Adını Unutan Adam, Cüneyt Arkın’ın yazarlık yönüyle tanışmamızı sağlayan bir işaret fişeğiydi. İlk kitabındaki üslubuyla birçok insanı şaşırtmış ve aynı aktörlüğü gibi kaleminin gücüyle de hayranlık uyandırmıştı. Kendisiyle hesaplaşan yazılardan oluşan kitabında, film sahnelerinden ve çalkantılı yaşantısından dem vurmuş, hiç bitmeyen bir yalnızlığın gölgesinde anlatmayı tercih etmişti başına gelenleri. Tüm olup-bitenlerin ortasında adını unutan adam’ın ta kendisiydi o.
12 Mart dönemi / Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in hak ettiği ödülün siyasi nedenlerle Cüneyt Arkın’a verilmek istenmesine, en büyük itiraz yine bizzat ondan gelmişti. Onurlu bir reddi bu. NTV Yayınları’ndan çıkan “Sizin Kahramanınız Kim?” kitabında sıkı bir yazısıyla yer alan Cüneyt Arkın’ın bu soruya verdiği cevap şöyleydi; Benim kahramanım Anadolu toprağıdır. Bu iki olay (ödül reddi- kahramanım Anadolu) arasında bir bağ bulunduğunu düşünerek, eylem ve söz’ü birlikte okumayı tercih ediyorum. Bu çok yazarlı kolektif kitapta kahramanını anlatırken ustalaşıyordu Arkın; ‘’Belli belirsiz bir hışırtı duydum. Kerpiç odanın açık morluğunda yorganın altından baktım. Babam yatağının ucuna oturmuş giyiniyordu. Anamın ördüğü kalın yün kazaktaki tozun toprak kokusunu duydum. ‘Bak oğlum dinle, ekinler büyüyor, seslerini duyuyor musun?’ Ürperdim. İşte o an ezeli gerçeği fark ettim. Babam ekinlerin büyüme seslerini duyuyordu. Çünkü bu yaşlı köylü, giderek, insandan çok baştan aşağı bir Anadolu olmuştu.’’
Kara Murat benim
Cüneyt Arkın modern bir destan kahramanıydı. 1937 yılında Eskişehir’in toprağı sıcak bir Tatar çiftliğinde dünyaya gözlerini açtığında, hiç kimse onun henüz 26 yaşındayken dönemin meşhur dergisi Artist’in açtığı yarışmada birincilik elde edip, 1960’lı yılların ortasında Tatar bir jön olarak Yeşilçam’ı kızgın bir güneş gibi kasıp kavuracağını tahmin edememiştir herhalde. Sinemaya mecbur kalıp, sinemanın bizzat kendisi olan bir adam. Yıkılmayan Adam filminde bir gaziyle dalga geçmeye çalışan serserilere; çıkın gidin buradan, döverim seni, hepinizi döverim, repliğiyle seslenirken, bütün sinema hayatı boyunca bu sözün anlamından taşan bir duygunun içinde var olduğunu biliyordu aslında. Cüneyt Arkın olduğunu biliyordu. “Dünyayı kurtardık ama Türkiye’yi kurtaramadık” derken haklıydı. Ama yine de 1960-1980 yılları arasında ülkenin en bunalımlı zamanlarının umut veren kahramanı olduğunun, canı pahasına oynadığı tarihi-avantürlerle unutulmuş köklere doğru can suyu verdiğinin ve kamplara bölünen bir ülkeyi iyileştirmeye çalıştığının farkındaydı. Güçlü bir imgeydi, varlığına ihanet etmeden öyle de kaldı. Ve bir ayrılık şarkısı patlatması gerektiğinde o kırgın ses tonundan hep aynı sözler döküldü; Hoşçakal düşman beldenin yaman güzeli!
O halde son söz, adını bir milletin kalbine altın harflerle yazdıran ve artık tarihin kalbinde ikamet eden sonsuz kahramanımız Cüneyt Arkın’da. Kabri nurlarla dolsun, makamı âlî olsun. “Çektiğim film ve dizileri oynatma süresi olarak ortaya koyduğumuz zaman aşağı yukarı 5 sene eder. Yani ben 5 sene çalışmışım, 25 sene beklemişim. Bu insanın sinir sistemini, ruh yapısını alt üst eden bir şey ve hiçbir işe yaramayan zaman kaybı. İşte o zaman kaybını ben film çekmek yerine okuyarak, yazarak, konuşarak çok iyi değerlendirebilirdim. Üstelik bu kadar hız ve acele içinde gerçekten bana yakışmayan filmler de yaptım. Yedi günde, sekiz günde film bitirdim. Hem yönetmendim, senaryo yazardım, hem de oyuncuydum. Tabii bu da benden çok şey aldı, çok şey götürdü.
Benim yazı yazmaya, şiir, hikâye yazmaya başladığım zamanlar arkadaşlarım vardı, Cemal Süreya olsun, Turgut Uyar olsun. Onlara her zaman çok yiğit gözüyle bakmışımdır, kahraman gözüyle. Çünkü ekmek paralarını kalemleriyle çıkaracak kadar dayandılar, çok dayandılar. Ben galiba biraz işin kolayına kaçtım. Ama fark edebildim mi, hayır fark edemedim. Çünkü insana fark etme zamanını ve fırsatını tanımadılar. Ve gele gele bugünlere geldik, ama çok mutluyum; o dönemin sinema yazarları, eleştirmenleri hakkımda tek bir şey yazmadılar ama Türk halkı gerçekten çok şey yazdı.”
- “Toprağa karışmış kalın tenli, kaba, kara, büyük elli kadın ve erkekleri seyrederdim tarlalarda. Akşamüstleri bir rüzgâr uğuldardı kulaklarımda. Uçsuz bucaksız ovadan geçen treni karma karışık özlemler, korkular, isteklerle beklerdim. Bu benim ilk yalnızlık duygumdu. Ve sonra hep yalnız kaldım.” Cüneyt ARKIN