Yazmak bir varoluş eylemidir
Filistinli şair İbrahim Nasrallah ile Nekbe’de ve Ürdün’deki mülteci kampında şahit olduklarını, Filistin’in kadim meselesiyle sanatını, edebiyatını ve şiirini konuştuk.
Yıllardır bitmek bilmeyen bir acı var Filistin’de. Siz de hem Nekbe’yi bizatihi yaşamış hem de sonrasında Ürdün’de mülteci kampında yaşamak zorunda bırakılmış bir Filistinli olarak kampta geçen zamanınızı bize anlatır mısınız?
Gerçekten de kelimelerle ifade etmesi zor bir dönemdi. Halkının evsiz, yiyeceksiz, suya muhtaç bir şekilde çöllerde yaşadığını, hastalıkların yayıldığını, en basit sebeplerden bile ölümlerin meydana geldiğini, insanların gözlerinde derin bir üzüntü ile kâbus içinde yaşadığını görmek çok korkutucudur. Dünyanın sizi terk ettiğini, yardım etmeye söz verenlerin savaşlarda ilk kaçanlar olduğunu görmek dayanılmazdır. Bugün Gazze’de yaşananları görmek, 1948’de yaşanan manzaraları hatırlatıyor bana.
Bütün bunlar Nekbe’nin ardından hayata gelen bir nesil olarak bizim kimliğimizin bir parçası haline geldi artık. Çünkü ebeveynlerimizden daha fazlasını gördük. Çocuklar olarak acının büyük bir kısmı kalplerimize, gözlerimize ve ruhlarımıza isabet etti. Büyüklerimiz bu trajediyi yaşadılar. Ama biz bu acıyı daha fazla içimize gömdük çünkü çocuktuk.
Hem savaşı hem de sürgünü yaşadınız. Ömür boyu süren bir arayış bir anlamda. Bunların şiiriniz, romanınız üzerindeki etkisinden ve sizi ayakta tutan güçten bahseder misiniz?
Ben Filistin’in yaşadığı her savaşı yaşadım. Nekbe’den sonra gerçekleşen her savaşı. Bu trajedi, beni bir çocuk olarak nasıl şekillendirdiyse daha sonra Arap dünyasında ya da dünyanın farklı yerlerinde bulunduğum sıralarda, bir yazar olarak da tüm hayatımı şekillendirdi. Bu nedenle, bu hissiyatın sadece kendi meselem değil aynı zamanda bütün dünyanın meselesi olduğunu hissettim ve onların yanında durdum. 22 yaşındayken Güney Afrika’daki özgürlük savaşçılarına şiirler yazıyordum. Apartheid hapishanelerinde öldürülen özgürlük savaşçısı Stephen Biko’ya ithafen yazdığım şiirimde “Afrika zafer kazanacak” dedim. 24 yaşında bir öğretmenken ilk romanım olan Ateşotu Ovaları’nda Suudi Arabistan çöllerinde insanların çektiği acıları anlattım. İlk romanım Filistin hakkında değildi çünkü yaşadıklarım beni dünyayla ve onun acılarıyla bağlantılı hale getirmişti. Sonrasında mülteci kamplarında yaşadığım hayatıma dair birçok şiir ve Dikkat Kuşları Caution, Zeytin Caddeleri gibi romanlar yazdım. Son romanım ‘Günümüze Uzanan Çocukluk Yıllarım’ oldu. Yaşadıklarımız çok geniş bir alanda ve çeşitliydi.
Türkiye’de hatta dünyada Filistin edebiyatına dair de pek bir şey bilinmiyor. Filistin edebiyatının doğuşunu, gelişimini ve bugünkü hâlini Filistinli bir şair olarak değerlendirebilir misiniz?
Filistin edebiyatı -özellikle şiir- Nekbe’den önce Filistinlilerin yaşamında her zaman etkili bir parçaydı. Roman, Arap dünyasında geniş çapta yayılmamıştı, bu yüzden İbrahim Tukan, Abu Salma ve Abdülrahim Mahmud gibi büyük isimlerin özellikle şiirde etkileri vardı. Filistin, Nekbe öncesi Arap yazarlarının, şairlerinin ve sanatçılarının buluşma merkeziydi. Mısırlı yazar İbrahim Abdülkadir al-Mazini, o günlerde şöyle demişti: “Eğer Filistin seni bir yazar olarak kabul etmezse, Arap dünyası da seni kabul etmeyecektir.” Bu, Filistin’deki geniş kültürel etkinlik ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan çeviri hareketi sebebiyleydi. Bu nedenle 1960’lı yılların başında Direniş Edebiyatı ortaya çıktığında, bir boşluktan doğmadı. Aksine Nekbe öncesi Filistin edebi mirasına dayanıyordu. Ghassan Kenefani’nin hikâye ve roman yazarı olarak ortaya çıkması, modern Arapça Filistin romanlarını yazma konusunda büyük bir adımdı ve hala güçlü bir etkiye sahiptir. Bundan sonra sanat ve edebiyat alanlarında büyük isimler ortaya çıktı ve tarzlar 1970’lerden bu yana çeşitlendi. Birkaç gün önce Mısır’da bir gazete, dokuz Filistinli yazarın Arap Booker Ödülü listesine girdiklerini hatırlattı, bazıları kazandı da. Bazıları bu listeye birkaç kez girdi, bu da Filistin edebiyatının gelişimini ve güzelliğini ortaya koyuyor. Aynı şey şiir, kısa öyküler, sinema ve diğer görsel sanatlar için de söylenebilir.
Filistin halkı 1948’ten bu yana tarihin en büyük zulmüne uğruyor. Filistinli pek çok yazar ve şair var. Çok net bir şekilde anlaşılıyor ki yazdıklarınız Filistin’in kadim acısıyla yoğruluyor. Tam da bu büyük anlam çerçevesinde, neler söylemek istersiniz?
Herkes gibi yaşadıklarımızı, acılarımızı ve hissettiklerimizi yazarız. Benim için, 1948’de gerçekleşen Nekbe hâlâ devam ediyor. Günlük olarak Filistin’de bu kadar insanın öldürülmesi tam anlamıyla bir felakettir. Şu anda Gazze’de yaşanan yıkım gibi. Hem ülkemizde hem dışında gerçekleşen katliamlar da eşi benzeri olmayan bir felakettir. Ancak bizim vatanımıza dönüşümüz hiçbir zaman durmadı, çünkü umutsuzluğa kapılmadık. Her seviyede bu dönüş için çalışmaya devam ettik. Öncelikle ölü olarak yaşamayı kabul etmedik. Sonra yaşadığımız her yerde çok şey yazdık ve başardık. Yaşadığımız her yerde çok şey başardık. Çok acı çektik, ama güzel olan şu ki, acıyı dönüştürdük ve ondan umut var ettik. İlginç olan, Arapçada acı ve umut kelimeleri aynı harfleri içerir, sadece sıralaması farklıdır. Sanırım bu, Filistinlinin mucizesidir, çünkü yaşadığı tüm acılara rağmen insanlığından vazgeçmedi. Ben de onlardan biriyim.
Bir röportajınızda şöyle bir ifade kurmuştunuz: “Ben yazdığımda ve diğer Filistinliler yazdığında, var olduğumuzu, ölmediğimizi, ölemeyeceğimizi teyit etmek istiyoruz.” Beni derinden etkilemişti bu ifadeniz. Her eser aslında bir şeyi teyit etme mücadelesidir. Bu bağlamda mücadelenizi biraz daha açıklar mısınız?
Siyonist lider Golda Meir şöyle derdi: “Eğer Filistinliler bir millet olsalardı, edebiyatları olurdu.” Bu tabii ki büyük bir yalan. Her milletin değerinin büyük bir kısmını sanatçıları ve yazarları oluşturur. Eğer bu milletten bunları yok sayarsanız, onların bir millet oldukları gerçeğini inkâr etmiş olursunuz. Çünkü siz, onların yazarlarının ve bir tarihlerinin olmadıklarını söylersiniz.
Daha önce de belirttiğim gibi, Filistin edebi ve sanatsal hareketi son derece etkin bir şekilde faaliyet gösterdi. 1947 yılında sadece Kudüs’te 50 tiyatro topluluğu vardı. 1912 yılında Filistin’de bir bale topluluğu bulunuyordu. 1936 yılında bir sinema prodüksiyon şirketi vardı. Mısır sinemasının başlangıcında emeği geçenler de Filistinlilerdi. Ayrıca, özellikle Lübnan’da Arap müziğine en büyük katkıda bulunanlar da Filistinlilerdi.
Bu bağlamda, bir milletin evlatları tarafından üretilen harika edebi ve sanatsal eserlerin varlığı, bu milletin var olduğu ve varlığını sürdürdüğü anlamına gelir. Düşman, bir köyü veya şehri yok edebilir, ancak güzel bir kitabı veya şarkıyı yok edemez. Bu da demektir ki, bu eserleri yaratanlar belirli bir köyden veya şehirden gelmiştir. Bu nedenle bir köyün adını yok edemezsiniz; evlerini yıkabilir ve halkını öldürebilirsiniz. Bu nedenle yazmak, bir varoluş eylemidir. Bugün eserlerimiz çevriliyor ve dünya kütüphanelerinde bulunuyor. Buradayız, her zaman olduğu gibi.
Yazmaya şiirle başlamanıza rağmen roman dalında da önemli eserlere imza attınız. Bu anlamda, kırılma noktası sanırım Av romanınızdı. Bu aslında çok da alışılmış bir durum değildir. Yani bir şairin aynı zamanda roman yazarak, her iki alanda da büyük bir başarı elde etmesi. Şiirle başladığınız edebiyat yolculuğunuzda, romana iten sebep neydi?
Gerçek şu ki, şiirle başlayıp sonra romana geçmedim. İlk şiir kitabımı, ilk romanımdan önce yayımladım. Aslında ikisini aynı dönemde yazıyordum ancak bir takım sebeplerden dolayı şiir kitabı önce yayımlandı. Şiir kitabım iyi bir başarı elde edince romanın çıkış tarihi ertelendi. Çünkü 80’ler şiirin dönemi idi, romanın değil. Eğer romanı önce yayımlasaydık, “roman yazarken şair oldu” diyecekti insanlar.
‘Çocukluğumdan Şimdiye’ adlı romanımda bu konuya değiniyorum. Bu roman kendi yaşam hikayeme dayanıyor ve okuldayken yazdığım şiirler ve hikayeler hakkında konuşuyorum. Bunlardan bazıları hâlâ el yazması olarak elimde duruyor. Belki de şanslıyım ki, her iki alanda da başarılı oldum. Büyük Lübnanlı şair Şevki Bazia, bunu dile getiren bir makale yazmıştı: “Arap yazarları arasında şiir ve roman alanlarında başarıya ulaşan tek kişi İbrahim’dir.” Bunun sebebi, bir türden diğerine geçiş yapmamış olmamdır. Her ikisi de edebi oluşumumun temel bir parçasıydı. Her iki alanda da ifade etme şansım olduğu için genel olarak şanslıyım. Yazılarım, dünyanın her yerinde bulunan insanların yaşadığını içinde barındırıyor.
Filistin davası yalnızca Filistinlilerin değil tüm Müslümanların ortak davası. Nitekim Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan gibi pek çok Türk şairimizin eserlerinde bunu açıkça görüyoruz. Bu husustaki duygu ve düşüncelerinizi anlatır mısınız?
İlk röportajımı yaptığımda 26 yaşındaydım. Röportajda şöyle dedim: “Biz Filistin’in yanındayız. Filistinli veya Arap olduğumuz için değil ama Filistin, dünya vicdanının günlük bir sınavıdır.” Biliyorsun, o cümleyi bugüne kadar hâlâ kullanıyorum. Ayrıca aynı röportajda şu cümleyi de söyledim: “Büyük meseleler, ifade edilmesi yüksek sanatsal seviyelere ihtiyaç duyar.” Türk yazarların Filistin meselesine bu kadar titizlik ve hassasiyetle yaklaşmalarını ve Türk okuyucuları ile halkının bu kadar etkilenmelerini gördüğümde umutlanıyorum. Bu, yalnız olmadığımızı ve dünyada bizimle birlikte duran güzel insanlar olduğunu hissettiriyor. Biz Türk edebiyatını, onun çok sayıda Arapça çevirisiyle sevdik. Uzun zaman önce kültürümüzün bir parçası haline geldi. Bazı yazarlarını büyük sembollerimizden biri olarak kabul ediyoruz.
Bu arada, edebi deneyimimde Filistin hakkında yazılmış bir Türkçe kitabın yayınlandığından mutluyum. Dr. Ahmed Boztaşı tarafından yazılmış. “Gece İçinde” adlı romanım da Türkçeye çevrildi. Ayrıca, Nakba öncesinde Filistin’i konu alan romanım “Beyaz Atların Zamanı” isimli romanımın Türkçeye çevirisi tamamlandı ve gelecek yıl yayınlanacak inşallah.