Yalnızlık yaradır

Yalnızlık yaradır.
Yalnızlık yaradır.

Yalnızlık nedir diye düşünür dururuz? Okuduğumuz bir şiir, roman veya deneme kitabında yalnızlığa dair bir cümleyle karşılaştığımız zaman hemen altını çizer, sosyal medyada paylaşır, zihnimizin bir köşesine atarız. Bu söz ne kadar doğrudur acaba? Ya da bu söz ne kadar kendi yalnızlığımıza uyar; onu açıklar, anlamlı hale getirir ya da derinleştirir?

Yalnızlık; bu şekilde farkına varmasak da sürekli düşünüp durduğumuz bir şeydir. “O, bir düşüncedir aslında.” deyip işin içinden sıyrılamayız. Onu, “Edebiyatçılar veya filozoflar uydurdu.” diye saçmalamak da mümkün. Fakat öyle değil. Çünkü yalnızlığın varlığını önce kalbimizde, sonra zihnimizde duyarız. Filozofların birçoğu bu yalnızlığa övgüler düzmüştür. Onun bir güç olduğunu iddia etmişlerdir. Edebiyatçılarda da üç aşağı beş yukarı benzer yaklaşımlar vardır. Ne yapsınlar, yalnızlığa güçleri yetmemektedir. Yalnızlık acıdır. Onun zulmüne uğramayan yoktur. Üstesinden gelmek de mümkün değildir. Kurtulmak istersin ondan, bir de bakmışsın, daha da batmışsın içine. Aldırmamak, yokmuş gibi yaşamak istersin, o her olayda kafanı vurduğun duvar olur. “Gerçekçi ol biraz, ne yalnızlığıymış bu?” diye bir arkadaşının azarını yersin. Bir anlık bir kurtuluş, ferahlamadır bu. Bunu söyleyen bir arkadaşın var işte. Sonra arkadaşının aslında seni anlamadığını fark edip tekrar batarsın içine. Eğer anlasaydı, böyle bir fırçayla muamele etmeyecekti. Yalnızlığının ağırlığını paylaşmak istememiştir o arkadaşın. O yüzden sinirlenmiş, fırçayı basmıştır. Dolayısıyla yalnızlığın ele avuca gelir tarafı yoktur. Ondan kurtulmak, kaçmak da imkânsız. Öyleyse ne yapalım, bükemediğin bileği öpeceksin. Onunla arkadaş olmak, onu hoş karşılamak, hatta ona yalakalık yapmak, az da olsa yalnızlığın sebep olduğu acıyı dindirmeye yarar. Filozof ve edebiyatçıların yaptıkları şeyler, biraz buna benziyor.

Aziz Nesin’in (muhtemelen Maçinli Kız İçin Ev kitabındaki “Yalnızlık Vurgunu”) bir hikâyesi geliyor aklıma. Hikâye özetle şöyle: Bir erkek, bir kadınla tanışır. Birbirlerini severler. Aradan bir süre geçer. Kadın, erkeğin evini görmek ister. Ama erkek buna müsaade etmez. Kadın çıldıracak duruma gelir. Adamın evli olduğundan şüphelense de takip edip evli olmadığını anlar. Adamın evinde saklı bir hazine veya bir ceset olabileceğini bile düşünür. Bir sürü vesveseyle kadın; tek düşündüğü şeye yani erkeğin evi haline gelir. Bu ısrarı üzerine erkek sonunda pes eder ve “Tamam gidelim.” der. Eve giderler. Kadın; korku ve heyecandan titremektedir. Kapıdan girerler. Kadın odaları gezer; mutfağı, banyoyu görüp şaşırır. Evde olağanüstü denilebilecek hiçbir şey yoktur. Erkeğe sorar: “Neden evini bugüne kadar göstermedin? Burada bir şey yok ki!” Adam cevap verir: “Burada benim yalnızlığım var. Onsuz yapamadığım yalnızlık.” Kadın bunun üzerine evi ve erkeği terk eder. “Eğer bir kadın olsaydı evde, onunla kavga ederdim. Eğer bir servet, bulduğu bir hazine olsaydı, yine sıkıntı yoktu. Ama yalnızlığı var evde. Yalnızlık geçen, giden bir şey değil. Yalnızlığı varsa, ben yokum demektir.” diye düşünür.

Hikâye bana çok sahici gelmişti. Kadın, adama haksızlık ediyor. Bu, işin bir tarafı. Diğer tarafı adamın kendi yalnızlığını bütün hayatını kaplayacak şekilde büyütmesini, böyle bir hayat içinde bir kadının yer bulamayacağını fark etmesiyse, dâhiyane bir şey. Zaten adam da kadının “Elveda!” deyip gitmesine ses çıkarmamıştır. Eğer kadına hayatında bir yer verecek olsaydı, onun gitmesine engel olur, “Bu evde benim yalnızlığım var.” diyerek, onu dışarıda bırakan tavırdan vazgeçerdi. Vazgeçmedi, çünkü yalnızlığıyla anlaşmış, hatta ona âşık olmuş ve bundan kurtulmayı düşünmüyor. Belki eskiden düşünmüştü, birçok yönteme de başvurmuştu ama baktı ki kurtuluş yok, o zaman direnmeyi bırakmış, teslim olmuştur. Bu yönleriyle hikâye aklımda kalmış, yıllarca bilinçli veya bilinçsiz düşünmüşümdür onu. Ve hep kendime; “Böyle bir teslimiyetten uzak dur. Yalnızlık; âşık olunacak, bağlanılacak bir şey değildir.” diye telkinde bulunmuşumdur. Yalnızlık; herkesin başındadır, gitmez.

Yalnızlık bitmez, yok olmaz. Çünkü Hz. Havva’dan önce yalnızlık vardı. İlk insan olan Hz. Âdem babamız, Hz. Havva anamızdan önce yalnızlıkla tanışmıştır. Mahzun olmuştur. Üzülmüştür. Hiçbir şeyin tadını alamaz hale gelmiştir. Allah (cc) onun gönlünü hoşnut etmek, dünyasını anlamlandırmak, imtihanını başlatmak, onu yalnızlıktan kurtarmak için bir şefkat timsali, elçisi, vesilesi olarak Hz. Havva’yı yaratmıştır. Fakat yaradır işte yalnızlık. Hz. Havva ne kadar o yaraya merhem olsa da yara iyileşmez. Sızısı, izi kalır. Ve bizi anlamayan, sözümüzün kulağına bile değmediğini fark ettiğimiz her insanda yalnızlık yarasının sızladığını, hatta kanamaya başladığını görürüz. Çünkü Hz. Havva’nın yokluğunu hatırlamışızdır. Sahi gün boyunca onlarca insanla bir araya gelip hasbıhal ettikten sonra bile yalnızlığın dip bucak bütün kalbimizde dolaşmasının bundan başka bir açıklaması var mıdır?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım