Yahya Kemal’in çocukluğu: Türk şiirinin hamuru...

Yahya Kemal
Yahya Kemal

Eğitim çağındaki çocukların karşısına iki isimli şahsiyetlerin çıkarılması talihsizliktir. Sadece bir mesafe örmekle kalmaz aynı zamanda içinden kolayca çıkamayacağı bir muammaya gömülür çocuk o isimleri duyunca. İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Mustafa Kemal, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal isimleri hatırlandığında hele bir ‘Kemaller’ katarı durmaksızın bir tünele kara dumanlarını bıraka bıraka girip çıkar. İster istemez çocuğun zihninde çok eski ve bilinmeyene gidiş ve orada kayboluş demektir bu. Mustafa Kemal isminin bir milli kahraman ile örtüşmesi ve adının neden Mustafa Kemal olduğuna dair dolayıma giren anlatı bir şekilde onu bugüne, güncel olana taşırken, diğerleri alabildiğine arkaikleşir. Hatta bu isimlerin arasına Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Halit Ziya, Refik Halid, Abdullah Ziya, Ziya Şakir, Nizameddin Nazif gibi isimleri de kolaylıkla ekleyebiliriz. İlginç ve çarpıcı olan yeni edebiyatın kurucu aktörlerinin isimlendirmede bütünüyle geçmişin çağrışımları içinde sürüklenmeleridir. Yahya Kemal de bugün modern şiirimizin iki büyük kurucusundan biri sayılmaktadır. Ahmet Agâh’ın Yahya Kemal’e, sonra da Yahya Kemal Beyatlı’ya evrilmesi kendi içinde kimlik düğümlenmeleri, yumaklanmaları taşımaz mı?

Yahya Kemal’in ismini ilk kez ‘Akıncılar’ şiiriyle duymuştum. Çevremizde Yahya ve Kemal isimleri vardı ama hiç iki isimli arkadaşımız yoktu. Onun, at üstünde ‘çocuklar gibi şen’ savaşçılar, Tuna gibi nehirleri geçerek iki kez tekrarlanan şimşek kelimesinin aydınlığında rol alıyorlardı. Fakat çocuk zihnimde, tarihin duygu karanlığında bir daha dönmemek üzere kaybolup gidiyorlardı. Hem atlar, hem savaş hem de Yahya Kemal ismi birbirini eskite eskite yok olup gittiler. Onunla ikinci karşılaşmam, lise birinci sınıfta dolgun ve pembe yanaklı edebiyat öğretmeninin oldukça teatral bir sesle okuduğu ‘Ok’ şiiriyle oldu. Yazdığı bu tek hece şiirinde yine ihtiyar bir adam, yeniçeri hüviyetiyle karşımdaydı. İstanbul Fethi’ne katılmış bir okçu Yavuz Sultan Selim’in huzurunda ok atıyor, hedefi tam kalbinden vuruyordu. Gerçekten bu muydu Yahya Kemal. Eski, köhne, buraya, hayatımızın sokağına giremeyecek uzaklıkta mıydı?

Bu sorunun cevabını bulmak için İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladığım yıl, amfide, bir dönem boyunca Yahya Kemal’i anlattığını iddia eden, fakat daha bir dönem söylediklerinin giriş bile olmadığını söyleyen, yazdığı ansiklopedi maddeleriyle ünlü profesörü umutsuzlukla dinlemem gerekecekti. Hayır, hayır. Ne kadar çabalasam her şey geride kalıyor, sanki inadına ve bilinçli bir şekilde Yahya Kemal başından karanlık bir suya gömülüyordu. Sezai Karakoç’un şiirinde karşılaştığım Yahya Kemal ise ‘bozgunda bir fetih’ düşünün peşinde eriyip kayboluyordu. İşte o zaman o kitapla, ‘Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım’ ile buluştum. Onun da benim gibi bir çocukluk yaşadığını, üzüldüğünü, duygulandığını, hâsılı kanlı canlı bir varlık olduğunu fark ettim. O kitapla geçmişin bütün sisleri dağılmaya, tarih aydınlanmaya, şairin çehresi belirmeye başladı. Yahya Kemal bizden kaçırılmıştı. Oysa ders kitaplarına bu kitaptan konulacak bir parça onca hamasi yaklaşımdan daha etkili olacaktı.

Yahya Kemal, Üsküp’te tertemiz bir çocukluk geçirmeseydi şair olamayacaktı. ‘Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım’ dilimizde yazılmış en samimi poetik özler içeren kitap olmakla kalmaz, bir çocuk, genç adam, Jöntürk ve idealistin Üsküp’ten İstanbul’a, sonra Paris’e fakat Osmanlı’dan çıkıp Cumhuriyet’e nasıl vardığını da sergiler. Yahya Kemal sadece mekândan mekânlara göçmez, Türkçenin şahdamarında daima akan yersiz yurtsuzluğu da temsil eder. Her ne kadar ‘Üsküp ki Şardağı’nda devamıydı Bursa’nın’ mısraı mekânlar arası ortaklık ve ruhsal örülüşe kanıt gibi gözükse de geçmişe atıf yapıyor olmasıyla akın kabiliyetini kaybetmiş bir ordunun çözülüşünü simgeler. Dahası, yıllar geçip de Üsküp’ün Makedonya toprakları içinde bir şehir olma kimliğini nispeten sürdürmesine rağmen Bursa’nın barbar bir beton ve kent şehvetiyle Uludağ’ın eteğinden bir yara, ur gibi ovaya kadar yayılması vardır. Bu sebepten Yahya Kemal hep bir kaybedilmişlik kaynağı olarak da hatırlanacaktır. Şairin ‘Türk Evi’ başlığıyla yazdığı yazı ise hâlâ ev meselesini çözememiş bir ulusa, dilin yuvasından çıkmış bir şairin hayat somutlaması olduğu hâlde, kentleşmeyle gelen iştah fikri onu da görmezden gelmiştir.

Ruşen Eşref’in ‘Diyorlar Ki’ kitabı dâhil olmak üzere, dönemin şair ve yazarlarının bir şekilde henüz kitap bile çıkarmamış şairden söz açmaları kimseyi yanıltmasın. Şöhret ve bilinirlik görüntüsü altında Yahya Kemal’in getirdiği estetik ve düşünsel açılımlar söndürülmüştür aslında. Tekrar tekrar okunduğunda sadece entelektüel donanımıyla değil, asıl yaratıcı ve kavrayıcı yorumlarıyla daima canlı duran Yahya Kemal, gerici, devletçi, saltanatçı, muhafazakâr, gelenekçi veya ‘Osmanlı şehnamecisi’ gibi bir yığın sıfatla anılıp mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Bu aşk, zevk ve yaşama ehli adam, tarihin nadir kişiler vesilesiyle bir dilin iliğinden çıkarak tertemiz bir şiir inşa etmesinin timsali olması gerektiği hâlde, bir müze uzaklığında kabul edilmiş fakat hayata, düşünceye ve düşe katacağı dinamikler geride tutulmuştur. Cumhuriyet’in eldeki bir yüzyıl içindeki mutlak değerini kuranlar, devlet ve iktidar erkinin yanaşmaları değil, rüzgârda ateşi sönmesin diye başını paltosunun altına sokanlar olmuştur. Onların da dışarıdan boyunları eğik göründüğü için ‘boyun eğmiş’ gibi gösterilmişlerdir.

Modern Türk Şiiri, Şeyh Galip ile kurması ve oradan ilerletip dönüştürmesi gereken poetik kökünü Şinasi ve Namık Kemal gibi politik yapaylıklarla yaratmaya yeltendiği için Yahya Kemal, başlangıçta, Üsküp’te Edebiyât-ı Cedîdeciler ile Muallim Naci arasında bocalayacaktır. Bu bocalama mutlak bir bağlanma karakteri taşımaz onda. Çünkü çocukluğu buna el vermez. Boşuna değildir ‘Türkçe dilimde annemin ak sütüdür’ demesi sonradan. Çünkü dil bir gramer konusundan ziyade bir ruh ve oluş mucizesidir. ‘Hayatında sadece iki kişiyi, peygamberimizi ve Murad Hüdavendigar’ı çok sev’ diye vasiyet eden annesi, çocuğuna tarihin yeraltı suları gibi akan berraklığını da ima eder. Sonunda inanç da, tarih de anneye çıkar onda. Yine de bir im bırakmak gerekir. Hz. Adem’i daha çok sevdiğinden bahsetmesi onun şiirsel başkaldırma yönünü gösterirken bu duygusunun annesi tarafından tamir edilmesi, dil ve kültüre teşneliğini bildirir. Erken, çocuk yaşta kaybedilmiş bir anne. Yetimlik, duygusal kökünü aşıp oluşunun derinine inen bir duruma dönüşmüştür onda. Çoklukla bir eve, dolayısıyla aileye sahip olamayışının temelinde erken yitirilmiş anne olamaz mı? Hele annenin gömüldüğü toprak başka bir diyara dâhilse, istenç ile gerçekliğin geriliminde bocalamaz mı kişi?

Yahya Kemal eğer Paris’e kaçmasaydı yine şair olamazdı. Bir vesileyle adımını attığı İstanbul ona alttan alta ‘şimdi benden git, buradan kaç fakat sonra ebediyen geri gel’ telkininde bulunmuştur. Ahmet Agah gibi, Üsküp’ten, Şerezli Şekip Beyin konağına inmiş, musiki meraklısı bir genç ancak Muallim Naci ve adamlarının eteğinde hayat hakkı bulabilirdi. Oysa onun teslim olmaz mizacı İstanbul’un politik ve kültürel ikliminde yaşamasının mümkün görünmediğini hissettirmişti. Kaçmak, kaçış, kaçaklık yeterince kavramsallaştırılmamıştır bizde, lakin Yahya Kemal kaçaklığı ‘Ric’at’ şiirinde de görüleceği gibi bir mücevher gibi yontmuştur. Bu bakımdan bir kaçaktır aslında onun kimliği. Nasıl ki Ankara, başkentin İstanbul’dan kendisine kaçmasıyla kurulmuşsa, doğunun yaratıcı ve cüretli bir vasfı olarak onda da tecelli eder. Üsküp’ten kaçar, İstanbul’dan kaçar, kadınlardan kaçar. Kaçtıkça var olur, yaratır, yaşar ve bulur.

Bir esaslı vasıf daha var ayrıca. ‘Şiire bir aşkla başladım.’ diye yazar hatıralarında. Çünkü Nakiye Hanım, onun Üsküp’te henüz çocuklukla ergenlik arasında gidip geldiği bir aralıkta ona yüz göstermiştir. Saklı erotik hazlar, bastırılmış cinsellikler, Siyasi Hatıralar’ın sayfalarında eritilmiş güç ve iktidar ihtiraslarının cinsellikle kurduğu saklı temaslar, hedonist algının ‘Nev Yunanilik’ dönemindeki patlayışları ona yüzü hicaptan kızarmış bir adam çehresi katsa da içki ve yemek konusundaki iştahıyla Yahya Kemal ikame edilmiş bir hayat yaşar. Osmanlı ve Cumhuriyet seçkinlerinin fütursuzca kadınlara gittiği hatırlanırsa, ellerindeki imkânlar ölçüsünde onlara vardıkları hatırlanırsa, Yahya Kemal’in çekinikliğini yaratan saik ‘müphem’dir. Ve onu sürekli mayalamasıyla bir özellik olur. Cinselliği atılımdan ziyade geri çekilmeyle yaşamış bir şairin bedeninde fosfor olup parlayan nedir öyleyse? Sormak gerekir?

Denizle nehir, tatlı su ile tuzlu su, ufukla mesafe arasında kurulmuş bir şair-kişilikten söz etmek gerekiyor ayrıca. Çünkü onda boğulma ile sonsuza kavuşma arasında bir istek görülüyor. Çocukluğunda, Vardar Nehri kıyısında geçirdiği bir tehlikeden övgüyle, uşakları vesilesiyle kurtuluşunu anlatıyor. Yaratıcı bellekte debi, su, alıp götürme düşlerin çok dibinden akar. G. Bachelard ‘Düşlemenin Poetikası’nda ‘Çocukluğa Doğru Düşleme’den bahseder. Bu eylem, bir korunma refleksi olduğu kadar cüretle yaratma hamlesidir. Nehir, Balkan coğrafyasının hem fiziki hem de manevi iklimini yaratır. Şehsuvaroğlu, Beyatlı akmaya, akına delalet eder. Aynı şekilde, Y. Kemal, çevreden merkeze, bu kez denize doğru bir ufuk fikriyle akar. ‘Açık Deniz’ en esaslı felsefi ve düşünsel hesaplaşmalardan biridir şiirimizde. ‘Med günü’ kavramını kullanırken poetik aralayışının ne derece farkındadır bilinmez fakat, Necip Fazıl’daki ‘Nizam köpürüyor med vakti deniz’ psikolojisinin çok ötesinde, akan sudan büyük suya, bütün suların toplandığı denize, şiire ve kültüre gidiştir bu. Nehrin ufku olmaz çünkü. Güneşi sinesinde kana kana batıran deniz ufkuyla da büyüler. ‘Kendi Gök Kubbemiz’ isimlendirmesi de tersinden bir deniz nitelemesidir. Belki de asıl deniz odur. Gökyüzündeki sonsuz mavilik...

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım