Üçüncü perde
Gerçeğin merceği acımasızca hakikati gözler önüne sermektedir. Bütün reklam panolarının onca yazısının bir tek şeyi emrettiğini görür “itaat et”, “uyu”… Ve birçok insanın da aslında insan olmadığını.
- ‘‘Onların silahı dilleridir. Dudaklarında yılan zehri vardır.
- Ağızlarının tadı ya acı ya lanetlidir.
- Girdikleri tüm yollar yalnızca sefalete çıkar.
- Bunlarda tanrı korkusu diye bir şey yoktur.
- Yöneticilerimizin kalbini ve ruhunu çalmışlardır.
- Zengin ve güçlüleri ayartmışlardır.
- Gerçeği görmemize engel olmuşlardır.
- Ruhumuz ne yazık ki yoldan çıktı.
- İnsanlar neden aç gözlü olurlar?
- Bunun nedeni göremeyeceğimiz kadar uzakta.
- Onlar bizim efendimiz, onlar çevremizde.
- Uyanın onlar içinizde.”
- (They Alive- 1988-Yönetmen: John Carpenter)
Biz uyuyoruz onlar yaşıyor!
Nasıl ki güneş tutulmasını isli bir cam ardından daha net görebilirsek, metaforlar da örter gibi göründüğü şeyi aslında daha net hatlara kavuşturur. Tıpkı bir isli cam gibi, yaşanılan tutulmanın görüntüsünü netleştirir. İşte o yüzden, fantastik edebiyatı, masalları, bilimkurguyu üretmişizdir. Bu türler arasındaki geçiş de pek net değildir. Örneğin, Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki, kurdu uzaylı yaparak bir anda bilimkurguya çevirdik; bir bilimkurguyu da rahatlıkla gerçekçi bir kurguya dönüştürebiliriz. Sadece bu sefer uzaylıların yerini insanlarla değiştireceğiz.
John Carpenter ‘ın, Ray Nelson’un kaleme aldığı Eight O’Clock in the Morning (1963) adlı öyküsünden sinemaya uyarladığı They Alive (Yaşıyorlar), 80’li yılların bitip de 90’lı yılların eşiğine gelindiğinde çekilmiş bir film. Bu film geçenlerde zihnimin kıyılarına vurdu. Çünkü yaşadıklarımızı en iyi anlatan senaryolardan birine sahipti.
Yer yer ironik bir anlatım içerse de hikâye ilerledikçe alttan akan gerçeklikte ironi erir. Film, Amerika’ya göçmen olarak gelmiş bir adamın iş arama süreci sırasında Chicago’da dolaşması ile başlar. Sonunda ayakları onu bir inşaat şantiyesine götürür. Burada işe alınır. İş arkadaşı ona kalacak yer teklif eder ve evsizlerin yaşadığı bir gettoda kendini bulur. Burada bir şeyler döndüğünün farkına varması fazla zaman almaz. Bu arada televizyon ekranları ile süslenmiş mağaza vitrinlerinde popüler yayınların arasına giren korsan bir yayın dikkatini çeker. Yayın, parazitli bir görüntünün eşliğinde insanlığı uyarmaktadır: ‘‘Onlar’’ aramızdadır. Bizim gibi görünseler de bizden değillerdir ve bizi yani insanlığı kendi sinsi arzu ve çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Bir süre sonra gettonun yakınındaki kilise binasının (bu iş için kilise binasının kullanılıyor olması da manidardır, bu mekân seçiminin ruhani bir uyanışın temsili olduğunu düşünüyorum) bir karargâh olarak kullanıldığını fark eder. Ama neden ve ne ye karşı? Bunu anlayamaz. Bir gün, evsizlerin kaldığı bu derme çatma alana helikopterli bol polisli bir baskın yapılır. Ne var ne yok her şeyi alt üst edip yok eder polisler. Bu aşırı duruma da anlam veremez. Ta ki kilisede bir kutu bulana kadar. Hevesle kutuyu açtığında elbette ki önce hayal kırıklığına uğrar: bir kutu dolusu ucuz güneş gözlüğü. İşte hikâye bu gözlüklerden birini alıp taktığı an başlar. Bildiğimiz dünyanın aslında hiç de bildiğimiz gibi olmadığını gösteren gözlüklerdir çünkü bunlar. Gerçeğin merceği acımasızca hakikati gözler önüne sermektedir. Etrafa hayretle bakmaya başlar. Bütün reklam panolarının onca yazısının bir tek şeyi emrettiğini görür “itaat et”, “uyu”… Ve birçok insanın da aslında insan olmadığını. Uzaylılar ruhumuz duymadan dünyayı ele geçirmişlerdir. Bir göçmenin Amerikan rüyası için geldiği bu topraklar aslında sinsi bir istilanın pençesindedir. 7 Ekim, bizim için bir nevi o gözlük görevini icra etti. Uyanışımızın sembolü haline gelen Filistin davası. İstilanın sadece Filistin ile kalmadığını. Dünyanın geri kalanının zaten çoktan istila altında olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi sağladı. Meydanlara dökülen insanlar sadece Filistin istilasına karşı mı birleşmişlerdi? Yoksa Dünya genelinde mi bir istila söz konusu idi? Sürekli barıştan birlikten ve adaletten bahseden birileri, Kapitalizmin çok kollu ahtapotuna tasma takmış üstümüze salmışlardı da ruhumuz duymamıştı. Kefiyeleri boynumuza taktığımız an, her şey netleşiyordu. Reklam panoları, moda dergileri, hepsi ama hepsi bir cümleye dönüşüverdi. “İtaat et, uyu, düşünme, alışveriş yap, estetik ol” ve daha neler neler...
Filmde gözlükleri takıp uyananlar, yani bu istilaya karşı silahlananlar kanun koyucular tarafından terörist ilan edildi. Ve bizim göçmen kendini birdenbire gerçeğin çölünde güneş gözlüklü bir terörist olarak buluverdi.
Rahat koltuğuna oturup da eline mısırını alarak, Carpenter’in filmini izlemeye koyulan herkesin hangi tarafı tutacağı bellidir elbette. Hiç kimse, uzaylılar haklı diye düşünmez. Hatta istilacıların terörist yaftası ile damgaladığı bir avuç erdemli insanın hayatları pahasına dünyayı kurtarmak için savaşmalarını hayranlıkla izler. Bu savaşı kazanmalarını içtenlikle kutlar. Ama iş gerçek hayata gelince işler öyle yürümez? Çünkü çıkarlar, bencil arzular, ihtiraslar devreye girer ve uzaylıların tarafını tutan azımsanmayacak bir kalabalık karşımıza dikiliverir. Hani filmi izlerken hepimiz hem fikirdik?
Evet, bu istilacıları görmek için boynunuza bir kefiye dolamanız yeterlidir, böylece gözleriniz uzaylıları tüm çıplaklığı ile görecektir. Velhasıl bu hikâye 1963 yılında yazıldı, 1988 yılında filme çekildi ve 2023 yılında yaşandı.
- Anka’nın savaşı
- ‘‘Uyum, barış birlik hepsi palavra hepsi palavra,
- her şeyi alacaklar. Tüm dünyanın görebileceği kadar
- büyük bir ateş yakmak için bir şansımız daha var.
- Herkese hamam böceklerinin yenilebileceğini göstermek için.
- Bir kibrit yak ve ateşi tutuştur.
- Karşı koyduğumuz sürece şansımız var.’’
- (Captive Space (İstila) 2019 Yönetmen: Rupert Wyatt)
- Anka Kuşu, hayali ve ilahi bir kuştur. Erdemi, hakikatin gücünü simgeler. Gözyaşları şifalıdır, yaraları iyileştirir. Ve bir Anka Kuşu zamanı geldiğinde tutuşur ve küllerinden yeniden doğar. Küllerinden doğmak için önce kül olmak gerekir. Kül olmak için önce tutuşmak cesareti gerekir. Filistin’de yaşanan da Anka Kuşu’nun hikayesidir. Ve bu hikâye 2019 yılında gösterime giren, istila altında adlı filmde karşımıza çıkar. Gene Chicago’dayız. Bu sefer savaş çoktan kaybedilmiş. Uzaylılar dünyayı ele geçirmiş. Hatta bunun üzerinden 9 yıl geçmiştir. Dünya koskocaman bir mülteci kampına dönüşmüştür. Uzaylılar kendi yaşamlarını sürdürebilmek için çevresi yüksek duvarlarla örülü kapalı bölgeler inşa etmişlerdir. Amaç dünyanın kaynaklarını sömürmektir. Bu sömürü düzeninde bazı insanlar uzaylılarla müttefik halindedir. Kanun koyucular artık uzaylılardır. İnsanlık, esaret altında yeni dünyanın inşası için çalıştırılmaktadır. Bu düzene karşı gelenler terörist olarak ilan edilmiştir. Kurgu iki farklı duruş sergileyen kardeş etrafında döner. Kardeşlerden biri isyancıların başıdır, bir diğeri ise bu esareti kabullenmiştir. Film uzaylıların halka açık olarak iktidarlarını pekiştirmek için planladıkları Birlik Günü olarak adlandırılan büyük bir toplantı arifesinde başlar. Kapalı bölgeye girmenin tek yolu bu toplantının yapılacağı mekâna sızmaktan geçmektedir. Gene bir grup insan uzaylıları alt etmek için hayatını ortaya koymuştur. Ama işler umdukları gibi gitmez.
- Bilimkurgu, tür olarak iyimser bir türdür. En sonunda çoğunlukla insanlık kazanır. Bu filmi farklı kılan sonudur bu yüzden de. Yine de film, bize bir ümit ışığı da sunmuyor değil aslında. Yaptıkları operasyonun adı: Phoenix Operasyonudur. Anka küllerinden dirilir ne de olsa.
Dracula’nın haysiyeti
Düşünüyordum. Düşen maskeleri, açığa çıkan gizli emelleri, vahşeti ve çaresizliğimizi… Bir yazı yazmak geldi aklıma Dracula ile İsrail devletini karşılaştıracak eylemlerinin güdümü hakkında bir yazı. Sonra birden hüzünlendim. Dracula için üzülmüştüm. Böyle bir vahşete onu nasıl ortak edebilirdim. Ne de olsa Dracula’nın bile bir haysiyeti vardı. Cehennemin yeni haritalarını çizenlerle nasıl bir görebilirdim onu. O sırada aklıma ufolar geldi. Böyle bir vahşet için başka bir şey olmak gerekirdi. Gözlüklerimi taktım. Ve yazmaya başladım: Biz uyuyoruz onlar yaşıyor.