Türk'ün mesleği bozulamak
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına bir yıl kala doğup, 80 ihtilalinden dört yıl sonra ölen, 71 yaşına “bozulayarak yaşamaya çalışmak” dışında bir şey sığdırma çabası olmayan bir adamdan, Muharrem Ertaş’tan açayım istedim bahsi.
Bozulamak, belki biliyorsunuzdur, buzağı yavrulayacak ineğin doğumdan önceki gece çıkardığı o yıkıcı, yıpratıcı sese denir. Bozlakların Türk müziğinde “ses genliğinde en geniş tür” olması tam da bundandır belki de. Ama daha kuvvetli ihtimal, sesini sala sala bozlak okuyacak abdalın bir şey doğuruyor olmasına işaret etmesidir bence.
Doğrudur. Divan sazının üzerine yatıp bir açış yaptıktan sonra “Şad Olup Gülmedim de Eller İçinde” diye bozulamaya başlayan Süleyman’a “sal şu sesini, sal yahu” derken tam da bunu umut ediyordum. Sesi salmadan bozlak okunmaz çünkü.
Buradaki “ses salma”yı ben hep şöyle anladım. “Acıdan canı yanmış birinin bağırması gibi bağırma, acısı demlenmiş ve neredeyse acısından zevk almaya başlamış birinin çağladığı gibi çağla.”
Ahmet’i de hatırladım şimdi. Piyanonun dilinden anlayan ve geçinmek için enstrümanistlik yapan bizim Ahmet, Konya’da bir şeyhin sofisiydi ve postürü tam da bir derviş gibiydi. Sessiz, dalgın, edepli… Bu yalnızca piyanosunun başına geçip işini icra ederken değişiyordu. Birden omuzları dikleşiyor, gözleri parlıyor, tek bir nota kaçırmadan ve her seferinde kendisinden beklenenin daha da fazlasını yaparak ortaya koyuyordu performansını.
Bozlak çığıran abdallar da böyledir bence. Topraksız, mülksüz, güvencesiz ve tam tamına adını koyarak söyleyelim “insan sırasına konulmayan” bu adamlar düğünde dernekte “kendileri olabilecek” o yegane fırsatı bulduklarından “piyano çalan derviş”lere dönüşürler. Bilirler ki sazlarını kılıfına koyduklarında yine “ikinci sınıf” olacaklardır. Yemekleri gözlerden uzak yere kurulacak, Rakı’nın yanına kavun verilmeyecektir.
“Abdallığın binasını sorarsan / Allah bir Muhammed Ali abdaldır” diyor ya Aşık Dertli, pek kulak asma. Tarihsel bağlamda Kırıkkale, Keskin, Kırşehir Abdalları geleneksel Alevi Bektaşi inancı içinde bile biraz “şey” bulunurlar. Şey işte. Gözün kör olsun fukaralık. Neşet’in “fakir isen abdal derler ya cingan haşa” dediği. Sert bir sınıfsal ayrım.
Çok teori var ama bana sorarsanız Abdallık en çok mülksüz bir konargöçerlik manasına gelir. Mülksüz olunca da elekçilik, bohçacılık, sepetçilik ve düğüncülük gibi işlere kalırlar mecbur. Yine bana kalırsa konargöçer Osmanlı-Türkmen aşiretlerinin iskan edilmesine pek de uyum sağlayamayan, yani “konmaya” pek de fırsat bulamamış en fakir tabanıdır Abdallar. Canlarının yanması da tam bundandır böylece, canlarının yangınını bozlağa çevirmeleri ise zaten böyledir.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına 1 yıl kala, adının pek de yağmurlu olmamasına bir sarkazm olarak Yağmurlubüyükoba konulduğunu düşündüğüm bir Kırşehir köyünde, Zurnacı Kara Ahmet’in oğlu olarak doğar Muharrem Emmi. Şartlar onun açısından doğar doğmaz olgunlaşmıştır. Daha bebeyken çalıp çığırmaya başlar. Büyük usta Toklumenli Aşık Sait’in bozlaklarını alır heybesine ilkin. Ardından Karacaoğlan’dan Pir Sultan’a, Şeyh Galip’ten Dadaoğlu’na kadar cümle şairin şiirleri de bozlak formunda girer repertuarına. Namına Buluk usta derler, bir de ustası olur.
48 yaşına girmiş ve yakında neredeyse bir statü olarak “goca herif” sınıfına kaydolacak bir Ankaralı olarak diyebilirim ki belki sekiz bininci dinleyişimde bile Muharrem Emmi’nin “Aydost Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri” diyerek girdiği Avşar bozlağında o sesi nereden ve nasıl bulduğuna hala hayret ediyorum.
Tabii ki usulsüzdür, hatta makamsızdır bozlak dediğin. “Muhayyer ile Kürdi arasında gelip gider” der sana musikiden çok anlayan adamlara sorarsan ama pek kulak asma. Bozlağın makamı okuyanın yarasından kaynaklanır. O yüzden bozlak “teknik olarak” öğrenilebilecek bir şey de değildir zaten. TRT’de “şimdi de bir bozlak icrası dinliyoruz” diyerek önümüze konulan bazı isimlerin nazal –n’yi bile çıkartamadan okuduğu “kusursuz teknikli” bozlaklar o yüzden bize değmez, dinleyene geçmez. Bozlağın bizatihi kendisi “tekrarlanamaz bir kusurlu güzellik”tir çünkü. Bu yanıyla da başladığında nereye gideceğini orkestranın da pek kestiremediği caz sessionlarına benzer biraz.
Hah. Yeri geldi madem. Bluesa da benzetenler olmuştur bozlağı. Aynı sınıfsal meseleler aynı ayrımcılık ve yaklaşık aynı sonuç tabii. Dolayısıyla helal bir benzetmedir blues bozlak benzetmesi.
Yine musikiden çok anlayanlara sorarsanız size diyeceklerdir ki “ses çarpmaları, gırtlak nameleri, hançeredeki genişlik Muharrem Usta’yı benzersiz kılar.” Eh, akademiye birazcık da olsa saygı duymak lazım geldiğinden bu dediklerini bir “benzersizlik” olarak kabul ediverelim bari. Fakat asıl benzersizliğin “eda”da olduğunu da hiç akıldan çıkarmayalım. O eda, Muharrem Ertaş’ı “gelmiş geçmiş en iyi” yapan edadır.
Bir düğünde olduğunu, sazına takılan bahşişle evini geçindirmek zorunda olduğunu unutarak, sazının üzerine çimenlik yerde sevgilisinin yanına yatar gibi yatarak ve o esnada belki de değil düğünde, dünyada bile olduğunu unutarak çığırmak. Dadaoğlu’nun “gavga kuruldu” dediği yere geldiğinde girdiği ve giremediği bütün “gavga”ları Kafka’nın “kavka”sını sayıkladığı gibi sayıklayarak çığırmak. Ve en nihayet, o süzülmüş-demlenmiş acının, o yılgınlığın, o fukaralığın bütün anlamlarını aklında değil kalbinde taşıyarak çığırmak.
Ne kaldı peki Muharrem Ertaş’tan geriye? Mezar taşında yazılın olana bakarsak şu: “İşte geldim, işte gittim / Güz çiçeği gibi bittim / Yalan dünyada ne iş tuttum / Ömrüceğim geçti, gitti.”
Bana sorarsanız şu. Türkün, Türk olmanın kendine mahsus bir eczası kabul ettiğim bozlak türünü duvara bir süs gibi değil, zihnimize bir çivi gibi çakan bir adam kaldı. Allah rahmet eyleye.
Lütfen yazıyla birlikte dinleyiniz
- Avşar Bozlağı: Dadaloğlu’nun meşhur şiirini bozlak formunda okuduğu muhteşem bir icra. Muhtemelen Aşık Sait kanalıyla, Bulduk ya da Yusuf ustalarından birinden öğrendi bu bozlağı Muharrem Emmi. “Sesi salmak” diyerek ifade ettiğim bozlak icralarının şaheseri. Bir tek Neşet, bu icranın yanına zaman zaman yaklaşıyor ama yine de “eksik” kalıyor. Muharrem Usta’nın Avşar Bozlağı icrası gelmiş geçmiş en iyi icradır.
- Aldı Dert Beni: Bir bozlakta “durnalar” varsa zaten dinlenir de bu icrasında Muharrem Usta öyle kullanıyor ki sesini, hani “profesyonel bir enstrüman olarak ses kullanımı” dersi olsa girişi bu olur. Bir taraftan da tabii o sözler: “Bu dert benim ile inada durdu / Hicran ocağını bağrıma kurdu / Keskin kılıcını da sineme vurdu / Vurdu bölük bölük böldü dert beni”
- Mezar arasında harman olur mu? Olmaz tabii. Çünkü kamayı vuranda iman da olmaz, kama yaresine derman da olmaz. Muharrem Usta’nın en sade icralarından biridir. Sesi az yorgun, bağlaması az tıknazdır. Ama işte o “tekrarlanamaz kusurlu güzellik” tam orasıdır.