Türkiye’nin üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Kemalizmin hayaleti

cins
cins

Tek parti döneminin günahı kendi boynuna. Menderes, Demirel, Özal gibi NATO’cu sağ Kemalistlerin günahı kendi boynuna. Bugün “Yurtta sulh cihanda sulh” ezikliği hem Türkiye hem de komşu ülke halklarına, tek kelimeyle Müslümanlara zulmetmekten başka anlam taşımaz. Mustafa Kemal’in Gazze’den başlattığı ricat hareketi Cerablus’ta son buldu.

Kemalizm hortlar mı? Ölü olduğuna göre pek tabii hortlayabilir. Dirilir mi, diye sorsaydık cevap farklı olurdu: Hayır dirilmez. Kemalizmin Türkiye’de ikinci hayatı olmayacak. Nasıl Arap sosyalizmi Irak’tan sonra Suriye’de de hayat hakkını kaybettiyse; nasıl İtalya’da faşizm, Almanya’da nazizm canlılık arz edemiyor ve ancak hortlama ihtimallerinden söz edilebiliyorsa; Türkiye’mizde de Kemalizmin basübadelmevt şansı sıfır.

Hortlak kimdir? Huzur içinde ve gerektiği gibi ölememiş, intikam peşinde koşan ruhtur. Yani aslında öyle bir şey yoktur. İnsanlar onu zan ve vehimle kafalarında yaşatırlar. Kemalizm de tıpkı bir hortlak gibi, toplum hayatının hiçbir anında varlık gösterebilecek gerçekliğe sahip olmadığı halde bazı kafaların zannı ve vehmi olarak toplum huzurunu tehdit etmeye devam ediyor.

Öte yandan, biz bu hortlağın konuştuğuna da şahit olduk. Gerçi kendisini görmedik, sesini de duymadık; ama sarışın bir TRT spikerinin ağzından kendini bize tanıttı: “Yurtta Sulh Cihanda Sulh Konseyi.”

İnsanlarımız askeri darbeyi savuşturmak için seferber olduğu için kimse bu şakacı hortlağın ismi üzerinde durmadı. O hengâme içinde bile mesleki disiplinden midir bilmem, darbe bildirisinin metninin kes-yapıştır tarzı bir araya getirilmiş fragmenter yapısı ve bildirinin altındaki hayalet imzaya özellikle dikkat ettim. Bu sayede de bildiriyi anonim Fetullahçıların kaleme aldığından ve Kemalizmi hortlatmaya çalıştıklarından şüpheye yer bırakmayacak biçimde emin olarak sokağa çıktım.

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh Konseyi” ne demektir? Ey millet sen 2016 yılındayız sanıyorsun ama biz orduyu ele geçiren Fetullahçılar olarak Türkiye’yi Koalisyon Güçleri’ne söz verdiğimiz üzere 1926 ayarlarına geri döndüreceğiz, demektir. Dikkat buyurun, 1923 demiyorum. 1926 diyorum. “Yurtta sulh cihanda sulh” hikâyesi zira Şeyh Said isyanından sonra İngiltere’ye verdiğimiz bir sözdür. Misak-ı Milli’den vazgeçme sözü. Mustafa Kemal’in 1931 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası adına söylediği bu söz ne yazık ki 1961 ve 1982 anayasalarına da girerek Kemalist rejimin üç maymunu oynamaktan ibaret dış politikasını belirlemiştir.

Türkiye 1926’da askeri iddialarını terk etmiştir. “Cihanda sulh” ben Halep’ten, Musul’dan, Kerkük’ten vazgeçtim; “yurtta sulh” ise sen de Kürt, Laz, Çerkez isyanları uydurarak bana saldırma demektir. Her iki taraf da 1960’lara kadar az çok sözünde durdu. O kadar ki Ermeni meselesi uzun süre görmezlikten gelindi ve Kemalist Türkiye tam da Mustafa Kemal ölürken Dersim’e çok ağır bir askeri operasyon düzenleyebildi. Bütün bunlar olurken dünya kamuoyu sessizdi. 1960’tan sonra ise askeri darbeler yoluyla Türkiye her defasında 1926 ayarlarına geri döndürüldü.

Fetullahçı darbe başarılı olsaydı işletilecek anlaşmalar hep eski anlaşmalardı. Türkiye Suriye ve Irak’la tüm bağını keserek Amerika ve Avrupa’dan PKK ve IŞİD saldırılarına bir son vermelerini rica edecekti. Fetullahçı NATO subaylarının bu konuya epeyce inekledikleri belli. Dersini iyi çalışan başka biri de darbeden önce MHP başkanlığına yürüyen ve Erdoğan-Bahçeli elbirliğiyle önü kesilen Meral Akşener. Akşener aylardır “Yurtta sulh cihanda sulh” teranesini geveliyordu kürsülerden.

Bal gibi sağ Kemalizm kokan bu hareketlerin Kemalizme ikinci hayat şansı sağlaması mümkün müydü? Varsayalım kimliksiz Fetullahçılar ve işbirlikçisi andavallı Kemalistler başardı ve askeri darbe sıkıyönetimle neticelendi. On binlerce insanı alıp götürdüler. AK Parti kapatıldı, MHP’nin başına Meral Akşener getirildi. Kürt federe unsurunu tanıyan anayasa referanduma sunuldu. Hadi diyelim halk da cunta belasından kurtulmak için anayasaya evet dedi. MHP-CHP koalisyonu kuruldu ya da AK Parti yerine kurulacak parti ile MHP koalisyon kurdu vesaire vesaire.

Bütün bu zırvalara tahammül edecek miydik? İyi anlamamız gereken husus şu ki aziz millet 15 Temmuz gecesi gün ışıklanana kadar Fetullahçıları derdest ederken Türkiye’nin üzerinde dolaşan Kemalizm hayaletini de çıktığı deliğe geri tıktı.

Elbette barış istiyoruz, memleket huzurla dolsun istiyoruz. Ama “Yurtta domates cihanda patates” pısırıklığını hazmedecek durumda değiliz. Ordunun vatan haini olmayan ve bugün Suriye ve Irak operasyonlarına fiilen katılan Kemalist subaylar da milletle beraberdir. Mağlup olabiliriz ama korkak değiliz.

Artık Kemalistler de fötr şapkalarını önlerine koyup düşünecekler. İdeolojileri konusunda eklektik bir tavra mecburlar bundan sonra. Mesela halkçılık ilkesi, vatanseverlik şuuru ve demokratik hazım Kemalistlerin milletin karşısına onurlu ve gerçek kişiler olarak çıkmasını sağlayabilir. Bu anlamda eylem ve söylemleriyle bir PKK’ya bir FETÖ’ye kayan CHP ciddi bir zihniyet bunalımı yaşıyor. Orduyla ilişkilerinin de gerçek değil bir ruh çağırma seansından ibaret olduğu 15 Temmuz’da ortaya çıktı. Yenikapı Mitingi’ndeki ikircikli halleri ibretlikti. Fetullahçıların yediği yumruk CHP’nin de gözünü morartmış belli ki.

Kemalistlerin televizyon ekranlarında veya sosyal medyada arada bir efelenmelerini kaale almamak icap eder. Genelkurmay Başkanlığı bile “yüksek siyasi liderlik”ten söz ederek doktrin üretme vazifesini tamamen siyasi iradeye terk ettiğini açıkça ifade etti. Son doktrin bükücü emekli orgeneral İlker Başbuğ’un gazete-TV röportajlarıyla orduyu ve halkı yeniden Kemalizm uyarınca endoktrine etmesi mümkün görünmüyor.

Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’u şahsen severim ama 27 Nisan bildirisinin, yayımlandığı gün dahi bir geçerliği olmadığını, bildirinin yarattığı kaosun sadece Fetullahçılara ve onları yulaflayan Koalisyon Güçleri’ne yaradığını ikisi de bir türlü anlayamadılar. Başbuğ felsefe ve hermenotik merakını sivil bir kişi olarak tatmin etmeli bence.

Kemalizm millet hayatını etkileyebilecek bir doktrin olarak zaten 1970’lerde ölüp gitmişti. 12 Eylül cuntası, birçok zulmünün yanı sıra Kemalizmi “Atatürkçülük” adı altında hortlattığı için de affedilemeyecek bir hareketti.

Kenan Evren ve şürekası “Yurtta sulh cihanda sulh” palavrasını bir kere daha yutturabilir miyiz diyerek milletin karşısına çıkmışlardı. 12 Eylül darbesi Türkiye’yi askeri olarak NATO’ya tam bağımlı hale getirirken dönemin cunta hükümetine maliye bakanı olarak giren ve 83 seçimlerinde başbakan olan Turgut Özal’ın liderlik ettiği ANAP iktidarları sayesinde de Türkiye’nin kapitalistler için açık pazara dönüştürülmesi süreci tamamlandı.

Neticede elimize geçen daha çok sulh değil. PKK’nın Kenan Evren döneminde başlayan zulümleri güvenlik güçleri yanında halka ve siyasilere yönelik katliam ve suikastlerle ayyuka çıkmış durumda. Bunun kolaylaştırıcısı ise Evren, Özal, Fetullah, Akşener ve başka malum kişilerin söz alıp vermeye bayıldıkları ABD ve Koalisyon’un komşu ülkelere yönelik işgal ve baskıları oldu. Dünyayı yaktılar, Türkiye’yi de içine atmak istiyorlar şimdi.

Tek parti döneminin günahı kendi boynuna. Menderes, Demirel, Özal gibi NATO’cu sağ Kemalistlerin günahı kendi boynuna. Bugün “Yurtta sulh cihanda sulh” ezikliği hem Türkiye hem de komşu ülke halklarına, tek kelimeyle Müslümanlara zulmetmekten başka anlam taşımaz. Mustafa Kemal’in Gazze’den başlattığı ricat hareketi Cerablus’ta son buldu. Kemalistler küçük olsun benim olsun mantığıyla “Önce vatan!” diyorlardı. Bu da savaşmayan ama doktrin üreten, halka ve siyasete baskı uygulayan, toplumu adeta buzdolabında tutmaya çalışan bir ordu teşkil edilmesiyle neticelendi. Bu ordu sık sık darbe yaparak milletin hızını kesti, hayallerini çaldı.

Bugün anlıyoruz ki dünya gerçekliğinin dışında kalıp sulh aramaya kalkarsak Kerkük’ün yerini Diyarbakır, Musul’un yerini Ankara alacak ve İstanbul Halep’in kaderinden kaçamayacak. Bu bir noktaya kadar teknik bir meseledir. Ordunun Cerablus’tan el-Bab’a nasıl yürüyeceğini biz bilemeyiz. Subaylar bunun için harp okuluna gidiyor. Fakat zihniyetimiz, doktrinimiz, düşüncemiz bu gidişin içini dolduracak keyfiyette değilse önünde sonunda ricat etmeye mahkûm oluruz.

İttihat Terakki’nin kafası karışıktı ve adeta “Yurtta harp cihanda harp” gibi batıl bir itikadın peşinde olan mensupları vardı. İttihatçı subaylar da milletin tamamı gibi yiğitçe çarpıştı harpte. Ama memleket içinde insanların kalbini birbirine rapt edecek bir doktrin üretememişlerdi. Böyle bir şeye ehil de değillerdi zaten. Abdülhamit onları asker olsunlar diye yetiştirmişti. Bazıları mülki amir, bazıları subay, bazıları da doktordu. Özetle hemen tamamı bürokrasi için yetiştirilmiş düzen-disiplin, kâğıt-kırtasiye insanlarıydı.

Gerek harp içinde gerekse siyasi kargaşa zamanlarında yer yer efsanevi işlere imza atabilen bu kapıkulları milleti bir araya toplamada pek başarılı olamadılar. Çünkü gerçek anlamda siyasi düşünce üretebilecek kişiler değillerdi. İhtilalle, darbeyle hareket etmeye alışık oldukları için; iç ve dış siyasi meseleleri zamana yayarak politika üretmek İttihatçı kafanın harcı değildi.

Kemalizmin İttihatçılığın mantıksal sonucu olduğu gözetilecek olursa Kemalistlerin pısırıklığı daha iyi anlaşır. Hep savaşmak isteyen ve sonunda savaşırken şehit düşen Enver’den sonra hep barış diyen ve Dolmabahçe Sarayı’nda ölen Mustafa Kemal’in gelmesi neredeyse doğa kanunu. Ama Enver de yok Kemal de yok şimdi. Meseleler akla kara gibi mütalaa edilemez. Gri olalım diye söylemiyorum. Her meselenin kendi rengi vardır.

Gerçekçi olmamız gerekiyor. Hayallerimizin ise bir sınırı olması gerekmez. Hele kendini tüm görüş ve siyasetlerin ebeveyn ideolojisi olarak gören Kemalizmin hayaletinin ülkemizin üstünde dolaşmaya devam etmesine asla izin veremeyiz. Müslümanlar ölülerini gömerler. Buyurun Kemalizmin cenaze namazına.