Türkiye'nin düşünce sorunları
Entelektüel düşünce, bir ülkenin omurgasıdır; o omurga kırıldığında sadece fikir hayatı çökmez aynı zamanda bir vatan, bir millet çözülmeye başlar. Türkiye’de düşünce hayatının sorunlarının başında entelektüellerin köküne kıran girmesi gelir. Entelektüel, zamanın ruhunu okuyan, ona tarihin ve milletin ontolojisiyle cevap verebilen, kendi geleneğini, şimdisini eleştirebilen, yeni bir “oluş”a açılacak anahtar kavramları, ilkeleri, idealleri kritiğinin arkasına ekleyebilendir.
Türk modernleşmesinden itibaren Batı medeniyeti karşısında bir varlık gösterme, kendini kanıtlama ve yenilgisine kılıf bulma çabasındaki düşünce hayatımız ilk önce idealleri, temel ilkeleri, sünneti ateşe attı. İslam’ın “çağa uymadığı”nı dile getiren Batı aydınına karşı, İslam’ın “çağları aştığı” retoriğini geliştirenler Türkiye’de İslam’ın fonksiyonunu perdelemekten geri durmaz.
Türkiye’nin düşünce sorunlarının başında tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyan kariyerist insan, aydın gerçekliği oluşturur… Hangi siyasi ekol iktidarı alırsa onu kurtarıcı gibi göstermeyi kendine “meslek ve zanaat” edinmiş yazı erbabı bu ülkede Kemalist statükonun sürmesinin temel müsebbibleri arasında.
Millet düşmanlığıyla toplum goygoyu düşünce hayatımızın temel meseleleri arasında yer alır; hem “millet bilmez” denir hem “toplum öyle yaşamıyor”! Bu ikilem, gerçeklerden kaçış, ayaklarını zemine basmama ile ütopik bir dünyadan seslenme arasındaki mesafe özellikle konformist sağcılığın geliştiği dönemlerde yaygın. Türkiye’nin düşünce sorunlarının başında tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyan kariyerist insan, aydın gerçekliği oluşturur… Hangi siyasi ekol iktidarı alırsa onu kurtarıcı gibi göstermeyi kendine “meslek ve zanaat” edinmiş yazı erbabı bu ülkede Kemalist statükonun sürmesinin temel müsebbibleri arasında. Gidişatı özerk grupların mücadelesine ve yer kapma savaşına yoran ve güvenli saçak altını kazananın yanında yer almaya bağlayan iliştirilmiş bireyler, var-olmadan, oluşmadan, yer kapmaya göre yaşar, dil geliştirir.
Kırılan entellektü-el omurga
Entelektüel düşünce, bir ülkenin omurgasıdır; o omurga kırıldığında sadece fikir hayatı çökmez aynı zamanda bir vatan, bir millet çözülmeye başlar. Türkiye’de düşünce hayatının sorunlarının başında entelektüellerin köküne kıran girmesi gelir. Entelektüel, zamanın ruhunu okuyan, ona tarihin ve milletin ontolojisiyle cevap verebilen, kendi geleneğini, şimdisini eleştirebilen, yeni bir “oluş”a açılacak anahtar kavramları, ilkeleri, idealleri kritiğinin arkasına ekleyebilendir. Türkiye’de gelenek eleştirisi tükendi, şaşaalı, abartılı ve zarar verici bir geçmiş övgüsü, Kemalistlerin gelenek sövgüsüyle yarışıyor memlekete zarar verme konusunda. Zamanın ruhunu okuma son derece zayıf olduğu gibi bunu tarihin, milletin, İslam’ın ruhuyla arkaik kalmadan karşılayabilme durumu da hayli zayıf. Entelektüel ile düşünce, zülfüyâre dokunma konusunda örtüşür; parlak bir ülke kendini sıkı eleştirmekle inşa edilir. Türkiye’nin bugün kendini düşünceye kapatması, öncelikle tercihlerinin sorgulanamaz boyutta yıkıcı-propagandist tavırlardan dolayıdır.
Türkiye’de düşünce hayatı ilkin iktisadi-sosyal- kültürel bakımdan Osmanlı-Cumhuriyet dönemini, büyük anlatıları, ideolojileri, siyasi yapıları, devlet mekanizmasını, bireylerin eğilimlerini, normları, gündelik hayatın organizasyon referanslarını konuşmayı, kritik etmeyi, yıkıp-yapmayı terk etti. Millet hayatının nerede attığıyla, gündelik hayatı, iktisadi düzenin ilkelerini kimlerin belirlediğini düşünmekle ilgili merak, kaygı tüketildi, haliyle aktüelin kısır döngünün, partilerin, epistemik cemaatlerin, grupların birbirleriyle çekişmesinin dışında üzerine düşünülen, konuşulan konu kalmadı. Türkiye’de düşünce hayatı; anlama, teklifte bulunma alt yapısıyla aktivite sağlardı. Sadece Osmanlı toplum yapısı, yönetim sistemi, iktisadi kimliği, referansları değil Cumhuriyet’in değerleri, modeli üzerine konuşulur, tartışmalar yapılırdı. Şimdilerde sadece beka meselesinden kaynaklı bir savunma-koruma tutumu, muhafazakârlığı hâkim.
Temel gündem gözleden kaçırılırken...
Türkiye’nin düşünce sorunları sayılırken, cehaletten başlanırdı, okulların yetersizliği, eğitimin herkese adil dağılmadığı geriliğimizin başta gelen sebebi gösterilirdi. Kültür değişmeleri, kırdan kente göç, gecekondulaşma, arabeskleşme, varoş düzeni, neoliberal ekonomi-yeni kentlere bağlı kültür… Gelir dağılımındaki adaletsizlik, neoliberal zenginin aşırı zenginleşmesi fakirin gittikçe daha çok muhtaç duruma düşmesi… Fırsat eşitliğinin sözde kalması… Merkeze yaklaşamama… İletişimsizlik… Genç işsizliği ve yapısal ekonomi gibi pek çok husus temel gündem olmaktan çıktı. Türk düşüncesi yıllarca düşünce diye, “bir şeyin üzerine düşünme”, “bir şeyin dolayısıyla düşünme” kalıpları arasında kaldı; refleksif, antici, tepkici davranışları, söylemleri sahih ve sahici bir temele oturtamadığı için ülkenin, milletin, ümmetin faydasına dönüştüremedi.
Amerikan dünya sisteminin kutuplaştırıcı, antici, Soğuk Savaş çatışmacılığı bizde antikomünizm, Yahudi karşıtlığı, sağ-sol çatışması, dış güçler komploculuğu, kontrgerilla- gladyo operasyonları savunma ya da reddetme üzerinden yıllarca sürdü. Türkiye’de kendi kaynaklarımız, tarihi potansiyelimiz, millet bağı ve hayatının akışı ekseninde bir model, düzen geliştirmek yerine başta hukuk olmak üzere eğitim, iktisat gibi pek çok konuda modeller-projeler devşirildi. Türkiye’nin en büyük sorunlarının başında “distribütörlük” gelir. Düşünce adamı diye bildiklerimizin pek çoğu Batı’daki bir ekolün, bir düşüncenin Türkiye’de dağıtımından, pazarlanmasından sorumludur sadece. İdeolojilerin, kampların, grupların sözcülüğü yahut distribütörlük, Türkiye’de yıllarca fikir yerine geçti. Hâlbuki bir Türk düşüncesi olması için bir Türk hayatı gerekli; Türk gibi, Müslüman gibi yaşama iştiyakı Türk düşüncesini, İslam düşüncesini doğurur.
Zaten İslam âleminde İslam düşüncesinin genel hususiyetleri, meseleleri sayılırken büyük oranda Meşrutiyet döneminde İslamcılığın çokça zikrettiği İslam’ın ilerlemeye mani olmadığı, Batı’nın teknolojisini alıp kültürü reddetmek gerektiği, çağın koşullarına özgü yeni bir İslam düşüncesi teşekkül ettirme mecburiyeti gibi argümanları dillendirilir.
Bu ülkede konformizm, her kesimden insanın “çatı ideolojisi”, değeri durumundadır.
Bu distribütörlük ve model aktarmacılığı düşüncemizin kurumsallaşmasını, ekolleşmesini engelledi. Pek çok fikir adamının öncülük ettiği, yol açtığı metotlar, kanallar takip edilmiyor… Örnek mi, Cevdet Paşa ve Mecelle… Fuat Köprülü ve Anadolu’nun kaynakları… Mehmet Genç ve kapitalizmin bu memlekette gelişmeme nedenleri… Sabri Ülgener ve iktisat zihniyet meselesi… İbnül Emin ve biyografi tarzı… Süheyl Ünver ve “defterleri”… Bunların zamanımızda devamı, yeniden üretimi, Batı medeniyetine karşı alternatifleri yok.
Düşman kültü, konformizm
Türkiye’nin düşünce ve siyasal meseleleri merkez-çevre, dindar-laik çerçevesinde kısır döngüde devam ediyor. Belki de en kötüsü, en ciddiye alınması gerekeni, 1960’larda çokça zikredilen “geri kalmışlığı yenme” iştiyakı, formülleri, çıkış arayışları bugün yerini neoliberal varlığı kabullenmeye, bu sistem içinde “gemiyi kurtarmaya” odaklanmış durumda; tarz-ı hayat tartışmaları ise meselenin asli yönünü örtüyor. Örttüğü gibi bu girdabı eleştirenler sert şekilde yıkıcılık veya bölücülükle itham ediliyor. Bağnazlık ideolojiler döneminin bir sorunu değildir, kampların katı kuralları bağnazlığı, doğmatik karakteri övgü-sövgü, “sev ya da terk et”, “benden değilsen düşmansın” kodlamaları fikir hayatının millet hayatına genişlemesini engellediği gibi soğumayı, dışarı çıkmayı, güvenli liman arayışını…
Özetle konformizmi güçlendirir. Bu ülkede konformizm, her kesimden insanın “çatı ideolojisi”, değeri durumundadır. Var olanı koruyup, kollayıp, devamına katkı sağlayanların başları her zaman rahat olmuş, ayağına taş değmemiştir! Konformizmin koruyucu, statükocu, muhafazakâr kimlikleri hem Kemalist hem ötesindeki yaklaşımlar için aynı oranda geçerlidir. Türkiye’de kamplar arasında, verili Kemalistlerde özellikle ötekini Haçlı gibi gören tutum etkisini hâlâ ilk günkü gibi sürdürüyor. Kendini “kurtarıcı” gören, İstiklal Harbi’ni yalnız kendisinin verdiğini zanneden bu kesim başkalarını, hususen dindar-İslamcı- komünist yönelimleri iç tehdit skalasına yerleştirip MGK gündeminde “zararlı örgütler” sınıfına dâhil eder. İktidar değişse de bu “devlet kararı” varlığını sürdürür; geride sürekli çatışma kalır, Birinci Meclis’i esas alıp Türkiye İslam devleti olarak kuruldu diyenlerle, burası çağdaş-laik Atatürk Cumhuriyeti tasfiyeciliği arasında geçer tüm gündemimiz, fikir hayatımız, eko politiğimiz…
- Bu kör tartışma küresel sistemi yıpratacak adımlar atamadığı gibi millet bağını yorar, çözmeye kadar götürür. Üç tarz-ı siyaset bu topraklarda fikir tekelini eline almış görünüyor; “akredite üç siyaset tarzı” dışındaki yeni yönelimler anında “düşman” kodlamasına girer.
Kemalist Cumhuriyet idaresi dini-etnik-sınıfsal “aşırılık”- lardan, aşırı akımlardan korkar bu manada mesela Milli Görüş bile zararlı akımlar kategorisinde görülür. Bu sahiplenme histerisi temelsiz bir özgüven de getirir. Tamam, imparatorluk bakiyesi olmanın verdiği anasıra başkanlık etme tavrının sonucu İslam ülkelerinin öncülüğüne dayalı kibir bir nebzeye kadar hoş görülürken, hilafet merkezi olmanın getirdiği birleştirici, siyasal potansiyeli kinetik enerjiye yansıtıcı tutumun, kapsayıcılığın mesela “Bedevi Arap” gibi yaklaşımlarla söndüğü âşikâr. Güç olmadan unsur olmuş ülkeleri hâlâ emperyal bakışla değerlendirmek düşünce hayatımızı da köreltiyor, siyasal alandaki manevra kabiliyetimizi de öldürüyor.
İlkelerden, ideallerden, tutarlılıktan kurtulmak!
Türkiye’de siyaset fikir hayatının önünde gelir; siyaset ise uluslararası nizamın akışına bağlı şekillenir. Esasında bakılırsa düşüncenin siyasete öncelenmesi bir sanrıdan, yanılsamadan ibaret, düşünce “hâl”in yansımasıdır, gündelik hayatın, ekonominin, sosyal-kültürel yaşantının, tabiatıyla “siyasal alan”ın… Muhayyel sosyalizm, muhtemel İslam devleti gibi projeler dış bağlantılara sahip olsa bile aktüel siyaset dışı olanı gösteriyordu. Bugün etik yaşamaya dayalı kendilik tükenmiş durumda. Machiavelli’ye ait alakasız bir kıvraklık pragmatizm gibi sunuluyor. Faydacılığın en lümpen hâli de Amerikan siyasal alanına örnek gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Hâlbuki düşünce hayatımız distribütörlüğü bile bîhakkın yerine getiremiyor. Dönüşüm, yeni bir hayat, alternatif iktisat-hukuk sistemi, bize özgü kültür ve devlet mekanizması- adalet dairesi gibi fikirler geride kaldı, kaba ahlakçılık tasfiye mantığı dolayısıyla çalışıyor.
Edepsizi, haksızı, yanlışı bildiği hâlde meşrulaştıran, savunan ve destekleyen insan gerçekliği millet hayatına yerleşti. Mecburiyet etiği ideali sildi; kazanımların peşinde sürüklenmek, ilkeleri, tutarlılığı, geçmişle gelecek arasındaki konumlanma etiğini sıfırladı. Hafızanın olmadığına yönelik ciddi eleştiriler duyarız; Türk düşüncesinde, millet hayatında, siyasal alanda hafızasız olduğumuz vurgulanır. Hâlbuki öyle değil, insanlar eskiyi hatırlamak, kötü hatıraları yâd etmek istemedikleri için hafıza kaybı taklidi yapıyor. Tarihle övünme-avunma, simgeler ve retoriği baş tacı yapmayı da eklemeli…
- Düşünce dünyamız tıpkı, millet hayatımız gibi Batılılaşma sonrasında “başa çıkamadığı mevzularda” özgüven içinde kendi damgasını vuruyor-muş gibi yapma yolunu seçer. Buna ister sentezcilik, eklektizm ister dönüştürme gücü deyin artık millet olarak maddi refahın kaynağını sormama, şüpheli olandan sakınma, gayrı sahihi reddetme bizim milli karakterimiz olmaktan yavaş yavaş sıyrılıyor.
Ayrıcalık, rüşvet, rant, kısa yoldan zenginleşme başkalarına yapılınca kötü kendine yapılınca iyi durumuna geldikçe sloganlar, simgeler, klişeler, tarihle övünmeler artıyor. Düşünce hayatı hakikatin üzerindeki perdeyi kaldırmaktan çok örtmeye çalışıyor; üniversiteye akademik personel olarak girmek için hiçbir yeterliliğe, belirlenen şartların tutmasına gerek duyulmayabiliyor bazen, intihal listelerine bakınca Türkiye önlerde yer alıyor, alıntı adı altında gasp normalleşirken, hocanın-üniversitenin istemediğini yazamama, unvanı alana kadar istenilenleri kaleme alma elbette fikir hayatını öldürür; hâliyle dünya çapında müzisyen, sporcu, oyuncu, film, edebiyat eseri, iktisat teorisi çıkarmak zaten imkânsızlaşır.
Çok zor duruma düştüğümüzde tarih retoriğini, medeniyet diyalektiğini bahaneler listesinin başına çekip rahatlıkla Batı’nın Müslümanların başarısını görmezden geldiğini, Batı’nın bizden ilmi-bilimi aldığı avuntusunu, komployu, dış güçleri devreye alıveririz. Türk modernleşmesi pratiğin teoriye dönüşmediği, teorinin aktif fikir, gündelik hayat ve kültüre yansımadığı bir alanda gelişti. Bir tarafta feda kültürü, düşünceyi öldüren kesif sloganlar ve klişeler öte tarafta fedadan, ideallerden, ilkelerden kaçış… Kazanımlarını korumak için İslami ve evrenseli unutan, yok sayan, ilkellik gören, erdem, ahlak, etik yaşamı yük sayan yeni tür kariyeristler, Türkiye’nin düşünce sorunlarını artırıp çeşitlendirmenin ötesinde siyasal alan, iktisat ve kültürle fikir hayatının arasını açıyor… Lümpen-trol dil Türkiye’yi düşüncesiz kılarken varlık dayanaklarını da bir bir elinden alıyor!