Türkiye nasıl kurtulur?
Türkiye’nin kurtuluşu için öncelikle, kendi aidiyetimizi, aktüel bağlılığımızı, dünya sistemiyle ilişkimizi iyice düşünüp zihniyet devrimi gerçekleştirmeli, şuurlu bir irade ortaya koymalıyız.
Cumhuriyet döneminde ya da modernleşme tarihimizle başlamadı, duraklamaya geçtikten sonra ülkenin nasıl kurtulacağı ilk gündem maddemiz oldu. Türkiye’nin nasıl kurtulacağına ilişkin en ünlüsü Koçi Bey olmak üzere onlarca risale yazıldı...
Osmanlı dönemi çıkış teorileri genellikle bir iktisadi-siyasi program uygulamaktan çok rehabilite edici, reforma yönlendirici ya da ıslahata dayalı, kriz dönemlerinin terminolojisiyle söylenirse palyatif yani yara bandına dayalı teklifler içeriyordu.
Özeti çok basit: eski düzene dönmek.
Mesele geri kalma olunca o zaman anlaşılıyor ki dinin “ilerleme/terakki”ye dayalı yönünün yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu.
Nasıl dönülecek, zaman değişmiş, Yeni Çağ bile olsa teknoloji, dil, zihniyet yenilenirken eskiye dönmenin imkânı var mı, bu çok ciddi bir sorun olarak kaldı. Geleneği yeniden üretme kavramı esasında çok “modern” bir arayışı gösterir. Geleneğin nasıl üretileceğinin yolunu Türk modernleşmesi tüm teknik ve teknolojik cihazı alıp folklorik unsurları dışlamakta buldu. Gelenek kavramı bile burada ciddi ciddi boşluklar bıraktı, içi bir türlü doldurulamadı.
Bu yüzden İmparatorluk duraklamasının klasik sisteme dönüş teorisi bir yanıyla “Şeriata dönüş” demekti... Anlaşılan o ki İslami düşünceden bir sapma vardı.
Mesele geri kalma olunca o zaman anlaşılıyor ki dinin “ilerleme/terakki”ye dayalı yönünün yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu.
İslam düşüncesinin yenilenmesi esasında Batıda gözlenen Aydınlanmacı, reformist hareketlerin takip edilmesine bağlı bir “uyum programı”nı da içerir.
Aynen Lale devrinde olduğu gibi... Lale devrini ilk modernleşme çabası olarak değerlendirebilir miyiz, lale bahçeleri, köşkler ve bir yığın hedonist imgeyle birlikte ilk ve erken imalathanelerin, fabrika öncesi yapıların yıkılmasını da düşünürsek, evet. Esasında risalelerdeki geleneksel yönetim anlayışına dönüşü Patrona Halil özelinde İmparatorluktaki halk, gelenekçiler yapmış, Osmanlı’nın kapitalizme olmasa da çağın getirdiği tekniğe ulaşmasına engel olmuşlardı.
Türkiye’nin kurtuluşuyla ilgili iki temel çaba, çıkarım, metottan bahsedebiliriz.
İlki ve en çok kullanılıp en az sonuç vereni devlet idaresinin bir kalkınma programı uygulama, projelerle kısa vadeli çözümler arama yöntemidir. Cumhuriyet dönemindeki Devlet Planlama Teşkilatı ve planlı ekonomi çabası bunun müessese boyutunu oluşturur.
- İkincisi ve en önemlisi yenilenme, kurtulma, büyük olma için “bilinçli bir bilinç”in, “şuurlu bir irade”nin, “iradeli bir irade”nin harekete geçmesi, tıkanıklığı aşmak için “yerinden kalkması”dır... Hareket için kımıldamak kâfi!
İrade için gidişata yönelik kalbeden aklın çalışması yeter de artar bile!
Bu iki yöntemden daha çok birincisine yönelen Türk düşüncesi, devlet idaresi nihayetinde çıkış için biraz da dünya sisteminin yönlendirmesine maruz kaldı. Düyun-ı Umumiye’den ilk borcun alınmasına kadar Türkiye’yi kurtaracak çareler devreye sokuldu.
Tanzimat’ı bu cepheden ele alabilir miyiz, ya da Islahat Fermanı’nı, Kanuni Esasi’yi... Evet, bu girişimler de Türkiye’yi kurtarmaya yönelikti. Gerek Tanzimat gerek Ferman ve Kanuni Esasi olsun, “iktisadi” reçetelerden çok “siyasi-hukuki” çözüm önerilerini içeriyordu.
Evet, Osmanlı’nın son dönem devlet adamı, aydını, kalkınmayı, kurtuluşu bir iktisadi dönüşüm biçiminde görmüyor, dünya sistemine uyum olarak telakki ediyordu. Bu bir zihniyet dönüşümüdür... Tanzimat ve öteki girişimlerin altında “Batının tepkisini çekmekten” kaçınma vardır. Tüm ıslahat girişimleri ve yenileşme çabaları hukuku egemen Batı modeline uyumlu kılmaya çalışır; bizim klasik devlet kimliğimizdeki gavur ile Müslümanı ayrıştıran modelden “müsavatı-denkliği” hatta Batının “üstünlüğü”nü öne çeker. Böylece Batının saldırmasından, hışmından kaçacağımızı düşünürüz.
Meşrutiyet yönetiminin altında da yine İmparatorluk dâhilinde “demokratik-cumhuriyet” anlayışını getirmekten çok devlet idaresine “gayri müslim”leri de katarak “batışı engellemek” vardır. Bu girişimler beklentileri karşıladı mı, hayır, kocaman bir hayal kırıklığı yarattı. Gayri Müslimlerle devlet yönetmenin imkânsızlığı Tanzimat-Islahat Fermanı-Meşrutiyet deneyimiyle bariz olarak tecrübe edildi.
Kalkınma Modelleri
Cumhuriyet idaresi İttihatçıların milli ekonomi deneyimini sürdürdü, yeni zenginlerden burjuva çıkarmayı yine başaramadı.
İzmir İktisat Kongresi, devletçiliğe geçiş, serbestiyet, liberal denemeler de Türkiye’nin kurtuluşu için çare olmadı.
İnönü dönemiyle birlikte toprak meselesi gündeme gelirken, Turancılık, nasyonalizm, sosyalizm devreye girmeye başladı. Amerika’nın dünya sisteminin başına geçmesiyle beraber ona uyumlu Demokrat Parti iktidarı devraldı; “her mahallede bir zengin çıkarmak”, “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak”, kurtuluşumuza vesile olabilir miydi? Olmadı. Marshall yardımının da, Kore savaşının da, BM, CENTO, NATO’ya girmenin de etkisini göremedik.
Kurtulmadık ama ölmedik de, denebilir. Bu da bir yorum tabi.
Attila İlhan çok güzel söylemişti: “Türkiye geri kalmadı, geri bıraktırıldı.” Müttefiklerimiz eliyle geri bıraktırıldık.
ABD dünya sistemi kontrolü doğrudan yapmaz, “denetimli serbestlik”le teslim alır. Sanayi de olacak, tarım da, dindarlar da, sosyalistler de... Fakat bunların hepsi kendisinin kontrolü altında bulunacak. Sanayi kapitalizmine Türkiye hiçbir zaman geçemedi, izin verilmedi.
Erken Cumhuriyet’te üç beyaza yani un, şeker, kumaş fabrikalarına müsaade edildi; Türkiye’nin kurtulmasına değil asgari düzeyde milleti isyan ettirmeyecek palyatif tedbirlere gidildi.
ABD dünya sistemiyle sanayi değil ama yine ara formülle yeni bir sömürgeleştirme yöntemi “montaj sanayi” uygulanmaya başladı. Planlı kalkınma... Hayatımızı beş yıllık planlara göre dizayn eden sisteme geçtik, planlasak da planlamasak da kalkınmayı, Türkiye’yi kurtarmayı başaramadık.
Öyle ya, doğuda sanayi, büyük tarım plantasyonları olmasına rağmen bu ülkeler gelişmiş değildi, kalkınma/kurtulma ithal ya ihraç malı ürünlerle değil ruhla, şuurla, iradeyle mümkündür.
1960’lı yıllarda yoğunlaştı toprak sistemi tartışmaları, öyle ki feodalizm bir sorun olarak telakki edilip toprak reformu için çok ciddi çabalar sarf edilse bile klasik düzen devam etti. ATÜT gündemimize girdiğinde Osmanlı toplum yapısı, toprak sistemi, idari biçimlenmesi üzerine tartışmalar yaşanıyordu; Osmanlı’yı anlamak için değil dönemin sosyalist zihnini ikame etmek içindi ATÜT...
Türk düşüncesinin gündemiyle siyasetin konuları çok da örtüşmez bizde. Fikir hayatında Türkiye’nin kurtuluşu, gelişmesi, büyümesi doğu – batı meselesinin çözülmesine bağlıdır.
Devletin tüm mülke hâkim olduğu bir zihniyete sahip olan bu topraklarda komünistler “devlet eliyle kapitalizm uygulandı işe yaramadı devlet eliyle sosyalizme geçelim” fikrindeydi.
Devlet eliyle sosyalizm deneyimi, darbeciliğin alt yapısında etkili oldu. Darbeler Türkiye’yi kurtarmadığı gibi dünya sistemine daha çok ekleyip geri kalmışlığı perçinledi.
Milli sosyalizm, Ortanın Solu, proleter diktatörlüğü, Milli Demokratik Devrim, ilerici askerin ülkeyi kurtarması da bir fayda vermedi. Türkiye kargaşaya daha çok sürüklendi.
Kemalistler Halkevleri’ni, Köy Enstitüleri’ni kurarak aydınlanmış insan yaratma projesiyle meşgul oldu fakat sömürüden yine kurtulamadık. 1950’li yıllar, Amerikan kapitalizminin tüketim ve popüler kültür kollarıyla ülkeye hücumu kentleşmeyi doğurdu, kırdan kente göç ile umudu şehirleşmeye bağladık; bireysel kurtuluşlar için Alamancılık da bir çözümdü elbette...
Ahlaklı-Maneviyata Dayalı Büyüme
Türk düşüncesinin gündemiyle siyasetin konuları çok da örtüşmez bizde. Fikir hayatında Türkiye’nin kurtuluşu, gelişmesi, büyümesi doğu – batı meselesinin çözülmesine bağlıdır. Belki de kritik nokta tam da burası; bu genel izah biçiminin alt yapısında hangi konular var, doğuyu aşıp batılılaşmayı sağlamak nasıl olacak net değil.
Sosyolojiyi, ekonomiyi, siyaseti buna hazırlama belirleyici konumda. Mesela hem batıcı Kemalist çevrelerin de milliyetçi-İslamcı-muhafazakârların da ortak kanaati aydın sorununu çözmek!
Kemalistler emperyalistlerin uşaklığını yapan dindarların, gericilerin, irticacıların önünün kesilmesi, yok edilmesini düşünürken karşı taraf ilerici kimlik altındaki gerici Batıcıların, İslam’ı yok etmek isteyen Batı ajanı aydınların ortadan kaldırılmasını teklif eder.
Kemalistler “ulusalcı” yaklaşımlarla tezlerini savunur; özellikle Demokrat Parti serbestliklerinden sonra dindar-muhafazakârlar “millilik” kavramını devreye sokar. Hoş milli kelimesi 60’larda tüm ideolojilerin, kesimlerin ortak dilini karşılar, darbeciler “Milli Demokratik Devrim” derken milliyetçi-muhafazakâr-İslamcılar milli ekonomi, milli ahlak, milli tarih, milli dünya görüşü, milli değerlerin yeniden ikamesini talep eder.
Diriliş kavramı da bu dönemde belirginleşir, İslam medeniyetinin dirilişini İslamcı aydınlar biraz da tercümelerin etkisiyle geliştirirler. Kurtuluş cahili din anlayışının, geleneksel İslam’ın yerine İslami toplumun, İslam devletinin, İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına; Necip Fazıl için İslami nizamın inşasına, Topçu’ya göre 1071 ruhuna dönüşe bağlıydı.
Sonradan Milli Görüş kendi tezleriyle ortaya çıktı. Türkiye nasıl kurtulur, sorusunun cevabına en çok 60’larda yaklaşılır.
Temel tartışma konularımız ilerici-gerici karşıtlığı, din eğitimi, Kemalistlerin de dindarların da tersinden vurgu yaptığı taassuptan kurtuluş, din hürriyeti, irticayı durdurmak, ahlaklı kalkınma, tarih şuuru, maneviyatla kalkınma, tam batılılaşma, çağdaşlaşma, modern bilimi alma üzerinedir.
Kalkınma için maddi programlar, reform projeleriyle değil topyekûn bir zihniyet değişimiyle gerçekleştirilmesi gerektiği kanaati tüm ideolojilerin ortak kanaatidir.
Türkiye’nin nasıl kurtulacağı, selamete nasıl çıkacağımız, kalkınmayı ne ile gerçekleştireceğimiz gibi hususlar Osmanlı modernleşmesinden sonra ortaya çıkan merkez-çevre farklılaşmasının, seküler – dindar kesimler arasındaki karşıtlığın bir sonucu olarak canlılığını korudu.
- Çevrenin merkezden talepleri Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki istekleri ya da devletin Tepedelenli Ali Paşa gibi isimlerin özerk-yerel güçlerini törpüleme gayreti sonu getirdi. Bu da yine bir zihniyet meselesiydi.
Bizde her şey devletle başlar devletle biter evet ama aynı zamanda modernleşmenin yol verdiği grup, cemaat aidiyetinin kendi özerk alanını kurması, bireysel kurtuluşun mutlaklaştırılması çözülmemizi hızlandırır.
Sonuçta ne kalkınabildik ne kurtulabildik ne de selamete çıkabildik hala beka kaygısı ile yaşıyoruz. Neyden kurtulacağımızı bilmeden kurtuluş senaryosu çizenler hep bir rehabilite gerçekleştirdi.
Türkiye’de fikir hayatından siyasete kadar her konuyu, hayatî meseleyi yüzleşmek, çözmek yerine Sümen altına atmaya, rehabilite etmeye çalışıyoruz.
Kurtuluş için öncelikle, kendi aidiyetimizi, aktüel bağlılığımızı, dünya sistemiyle ilişkimizi iyice düşünüp zihniyet devrimi gerçekleştirmeli, şuurlu bir irade ortaya koymalıyız.
İrade için, şuur için en başta bir “kendi”mize de sahip olmalıyız!