Türk ruhu: Dünyanın ruhu

Türk ruhu: Dünyanın ruhu
Türk ruhu: Dünyanın ruhu

Tarihin yapıldığı zamanlardan geçiyoruz. Gazze, milat oldu. Hem tarihin hem günümüzün hem de geleceğin anlaşılmasında milat olarak işlev görecek Gazze. Milat yani hem başlangıç noktası hem de daha önemlisi de anahtar. Gazze anahtarı ile açılacak hakikatin kapısı. Hakikatin hayat bulması, hayat olması ve hayat sunması için çıkılan medeniyet tasavvuru yolculuğu için geliştirilecek esaslı bir tarih felsefesinin, geleceği inşa edecek bir medeniyet mefkûresinin işaret taşı, mihenk ve kalkış noktası olarak bakılacak Gazze’ye bundan böyle.

Gazze aynası: hakikatin anahtarı

Gazze anahtarı: Bütün kapıları açacak sırrı varoluş çilemizin, hakikat mücadelemizin.

İnsan haddini bilmeli. Ama insan, Batılı insan, Batı uygarlığının materyalist ve hazcı ayartılarının zehirlediği insan haddini bilemedi, haddini aştı, insanlığından çıktı: Gazze’de insanlık için yüzkarası olarak tarihe geçecek, lanetle anılacak, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir soykırıma imza attı: Canlı yayınla gerçekleştirilen, bütün insanlığın ânında şahit olduğu ama yalnızca seyrettiği, seyretmekten başka bir şey yapamadığı ürpertici bir soykırım, aşağılık bir katliam yaşadı Gazze.

Gazze, bir ayna tuttu hepimize. Sadece bugüne değil, düne ve geleceğe de. Sadece bize değil, hepimize, bütün insanlığa ve varlığa belki de. Kimbilir.

Gazze aynası, hakikatin anahtarı oldu. Hem kendi hakikatimizi hem dünyanın hakikatini fâş eden muazzam bir anahtar. Rahman’ın rahmetinin işareti.

Bu hayat sadece insanların yaşadığı bir hayat değil. Bu hayat insanların diğer varlıklarla birlikte paylaştığı müşterek bir hayat. İnsan, bazen öylesine azmanlaşabiliyor, öylesine bencilleşebiliyor ve haddini aşabiliyor ki, hayatın sadece kendi hayatından ibaret olduğunu vehmediyor ve diğer canlı hayatını ürpertici bir duyarsızlıkla yok sayıyor hatta yok ediyor. O yüzden tabiatı bile delik deşik etmekten kaçınmıyor.

Gazze, bize insanın, Batılı seküler-kapitalist insanın nasıl azmanlaştığını gösteren inanılmaz bir ayna tuttu. Allah’ın rahmeti bu. İnsan bu aynaya bakarak hem kendini hem çevresini hem de bütün insanlığın hâl-i pür melâlini, bu dünyadaki esrarengiz seyr-ü seferini seyre dalabilir kolaylıkla. Perdesiz, sansürsüz, tertemiz, arı duru bir ayna Gazze aynası.

Gazze aynası, Batılıların dünya üzerinde kurdukları hegemonyanın ne kadar zorba, ne kadar ruhsuz, ne kadar barbar, ne kadar benmerkezci olduğunu gösterdi ve Batı uygarlığının o ayartıcı, cilalanarak parlatılan baştan çıkarıcı maskesini düşürdü.

Gazze aynası, sadece kapitalist Batı uygarlığının değil, aynı zamanda Gazze’deki soykırıma sessiz kaldıkları yetmiyormuş gibi, Gazze’de soykırım yaşanırken kendi ülkelerinde Müslümanları katleden Çin’in, Hindistan’ın ve Rusya’nın da ne kadar ruhsuz ve soysuz olduğunu gösterdi bütün insanlığa.

Osmanlı ruhu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku

Osmanlı, dünyanın ruhuydu; adalet, merhamet ve hakkaniyet yurdu, kardeşlik ufkuydu. Osmanlı çekilince dünyadan ruh da çekildi. Dünya ruhsuzluğa mahkûm edildi. Art arda yaşanan cihan savaşlarıyla dünya cehenneme çevrildi.

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’yı, dolayısıyla hilâfeti tarihten silmek için hazırlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın tarihten çekilmesiyle sonuçlandı. Evet, Osmanlı fiilen durdurulmuştu ama ruhen yaşıyordu. Osmanlı’nın ruhu ölmemişti. Ölmesi de mümkün değildi. Osmanlı ruhu, insanlığın ruhuydu. İnsanlığın ruhu, umudu ve yurdu. Osmanlı bilffil/bedenen durdurulmuştu ama bilkuvve/ruhen yaşıyordu.

Tam burada sorulması gereken yakıcı, çıldırtıcı soru şu: Osmanlı ruhu yaşıyor ama Türkiye’nin bir ruhu var mı?

Osmanlı ruhu, Türkiye’nin ruhuna dönüşmesin diye Türkiye’nin hayatından silindi, uzaklaştırıldı, Türkler ruhsuzluğa mahkûm edildi. Türkiye’nin bir ruha sahip olmaması için Türkiye biyolojik olarak yaşıyor ama ruhen ölü, öldürüldü.

Sinan, Osmanlı ruhunun zirvelerinden biridir. Sinan’ın inşasına katkıda bulunduğu Osmanlı ruhu bilffil /bedenen ölü ama bilkuvve/ruhen yaşıyor.

Osmanlı ruhu neydi peki?

Selçuklu’nun ruhunun daha rafine, daha plastik hâliydi.

Osmanlı ruhu, dünyanın ruhuydu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku.

Fıtratın en öz hâli karakteri olmuştu Osmanlı ruhunu inşa eden inanmış ve adanmış öncülerin.

Süleymaniye’de fikir, zikir ve şükür çilesiyle ete kemiğe bürünen Osmanlı ruhu

Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.
Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.

Osmanlı ruhunu en iyi mimari özetler. Mimari, şiirin zirvesidir Osmanlı’da. Osmanlı ruhunun yeşerttiği insan-ı kâmil şahsiyeti, asaletin ve tevazuun bileşkesidir.

Asaletin ve tevazuun bileşkesi, Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de zirveye çıkmıştır. Selimiye, plastisitenin zirvesidir. Estetiğin.

Süleymaniye ise, insan-ı kâmil’in zirvesidir. Ruhun yani.

Selimiye, estetik nisbetlerin dansıdır. Süleymaniye rûhî/manevî nisbetlerin rabıtası, hakikate katışıksız intisab’nın hâsılası.

Türkiye’nin ruhu Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de âbideleşmiştir. Süleymaniye’de nisbetlerin ötesine taşan ilâhî nisbet, inziva’da billurlaşır: Süleymaniye’de inziva, hem tevazuun hem de sonsuzluğun işaretidir. Süleymaniye’de asalet ile tevazuun bileşkesi, insan-ı kâmil portresi, zamanı, maddî zamanın ötesine taşır, insanı mülk âleminden melekûtì âleme ulaştırır. Çok yönlü, çok katmanlı bir çilenin meyvesidir bu. Fikir, zikir ve şükür seyrüseferinin.

Fikir çilesi, tefekkürün zirvesi, melekûtî âleme açılarak gerçekleşir.

Mekânı, madde boyutundan soyutlar, manevî bir âleme tebeddül ettirir; bunun elbette bir bedeli vardır: Zikir çilesi’nin neşvünemâ bulması.

Zikir çilesi, insana neyi yitirdiğini hatırlatır.

Şükür çilesi, insanı hakikatle buluşturur. Hakikat, cismanî dünyayı aşmadan lûtfedilmez insana. Maddî gerçeklerin hakikati de.

Cismanî dünya, görünendir, görünenle ilgilidir. Hakikat, görünenin ötesinde gizlenmiştir. Mahcub’tur. Örtülüdür. Setredilmiştir.

Ruhu inşa eden, bir topluma, medeniyete ruhunu armağan eden o ruhu her dâim besleyip büyüten, hakikatin görünen-görünmeyen bütün veçhelerini en leziz şekilde yeşerten hakikat medeniyeti yolculuğunun -başka medeniyetlerde benzeri olmayan- muazzam ve muazzez güzergâhları: Fikir çilesi, zikir neşvesi, şükür meyvesi.

Fikir çilesi, akl-ı selîm’in eseridir.

Zikir neşvesi, kalb-i selîm’in hediyesidir.

Şükür meyvesi, zevk-i selîm’in insana lûtfettiği benzersiz lezzetin tâ kendisidir.

Sünnet-i seniyye ya da söz, özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir…

Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.

Her zaman söylediğim gibi: Hakikat herkese lûtfedilmez. Hakikat hak edene lûtfedilir. Hakikati hat etmek için çilesini çekmek ve bedelini ödemek gerekir. Çilesi çekilen, bedeli ödenen söz öz hakikat katına yükselir, hayatı hakikatle donatır, adaletin, hakkaniyetin ve merhametin yurdu, umudu ve ufku hâline getirir.

Mekke süreci, hakikatin yurdudur. Medine süreci hakikatin umudur. Mekke ile Medine süreçlerinin bileşkesi olan Medeniyet süreci ise hakikatin ufku.

Hakikat medeniyetinin hem vasatı hem de vasıtası, hem mahall’i hem de hâl’i Sünnet-i Seniyye’dir:

Sünnet-i Seniyye, Hakikat Medeniyeti’nin Kur’ân’da çeşitli yerlerde ve çeşitli şekillerde ifade edilen hakikatin görünür-görünmez bütün veçhelerinin, bütün süreçlerinin hayata aktarılmasının hem vasatını hem de vasıtasını oluşturur.

Söz, Öz’üne de, Göz’üne de (Basiret, Kalp Gözüne) Sünnet-i Seniyye ile kavuşur.

Özüne ve gözüne kavuşamayan söz hayata değemez. Hayata değemeyen söz, bir dünya inşa edemez; hayatı hakikatle donatamaz, insanın kalbine inşirah sunamaz, tabiatla insan arasında leziz bir denge, bir iletişim ağı ve bağı kuramaz.

Neden?

Çünkü Kur’ân asıldır, Sünnet-i Seniyye usûl. Aslolan hakikate vusûldür. Usûl yoksa füsûl (sapma, savrulma) vardır.

Bu cümlenin daha şiirsel ve saf Türkçeyle ifadesi şöyledir: Kur’ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye ırmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak gürül gürül akacak ki, kaynak hayat fışkıracak…

Burada insanın hakikat yolculuğunda Kur’ân’ın Yaratıcı Ruh’un menbaı, Sünnet-i Seniyye’nin ise kurucu kaynağın mecrası olduğunu söyleyeceğim.

Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye arasındaki irtibat/ilişki nasıl tezahür ediyor?

Üç aşamada tezahür ediyor: Akval süreci, Ef’âl süreci, Ahvâl süreci. (Bu mesele, apayrı bir yazının konusu, şimdilik başlık vermekle yetineceğim.)

Türk ruhu’nun kökleri: Teslimiyet ve temsiliyet

Özetlemek gerekirse… Sünnet-i Seniyye nedir peki?

Bu sorunun cevabını özlü ve sarsıcı bir şekilde şöyle verebilirim: Kur’ân, hakikatin sesi, Efendimiz (sav) nefes’idir. Nefes olmadan ses hayatlaşamaz. Kur’an-ı Hakîm’in hayat bulması, hayat olması ve hayat sunması ancak insana ve hayata nefes / ruh üfleyebilmesiyle mümkün.

Bu toplum, tarihin akışını değiştiren, bin yıl dünya tarihini yapmasını mümkün kılan ruhu, buradan alıyor: Kur’ân-ı Hakîm’in yaratıcı ruhu ile Sünnet-i Seniyye’nin kurucu iradesinden.

Özü ile sözünü buluşturduğu an tarih yapıyor, sözü özüne kavuşuyor; insanı, hür iradesini hakikatli bir şekilde kullanmasını sağlayan özüne kavuşturuyor. Bu toplum hakikate şeksiz şüphesiz teslim olduğu için, bu yüzden de hakikati hakkıyla temsil edebildiği için, Hakikatin ruhu, bu toprakları leziz bir şekilde ve derinlemesine sulamıştır.

Sultan Alparslan, hakikatin ruhunu şahsında ve dolayısıyla bütün devlet hayatında hayata geçiren güzel bir Müslümandır. “Biz güzel Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Biz, Allah’ın iradesine tam teslim olduğumuz için Allah’ın yardımından asla ümit kesmeyiz,” diyecek kadar güzel Müslümandır Alparslan.

Bir topluma ruhun bahşedilmesi iki şartın hakkıyla yerine getirilmesiyle mümkün oluyor: Teslimiyet ve Temsiliyet.

Bizim, Tanzimat’tan sonra yaşadığımız medeniyet krizinin gerisinde bu iki şartın ihlali yatıyor. İslâm’a hakkıyla teslim olamadığımız için İslâm’ı hakkıyla temsil edemiyoruz. Konformizm ve oportunizmin zıvanadan çıkacak kadar hayatımızda kök salmasıyla bu yakıcı sorun son on yılda bizi insanlığımızdan uzaklaşacak kadar hakikatten uzaklaştırdı toplum olarak.

Toplum, sekülerleştikçe, dünyevîleştikçe, tanınamaz hâle geliyor.

Bu kaçınılmaz aslında: Dünyayı kutsayanlar, dünyanın kölesi olurlar; dünyayı dâr edinenler, dünyayı dar ederler insana. Gazze’deki Müslümanların “Biz sizin köleniz olmayacağız, sizin yaptıklarınıza tapmayacağız.” diyerek başlattıkları destansı direniş mücadelesi sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın haysiyetini yalnızca Müslümanların koruyabileceğimi ve kurtarabileceğini dünya âleme ispat etmiştir.

Hakikate hakkıyla teslim olan Müslümanların hakikati hakkıyla temsil edebileceklerinin en zor şartlarda bile nasıl bir umut ışığı olduğunun en güzel ispatı Gazze direnişidir.

Gazze hâdisesi, Batı uygarlığının çöküşü, Müslümanların direnişi ve insanlığın dirilişinin habercisidir.

İki asırdır yaşadığımız medeniyet krizinin nasıl bir kriz olduğunu ve bu krizin anlaşılması ve aşılması gerektiğini gösteren bir ayna işlevi görüyor Gazze direnişi.

Sözün özüne kavuşmasıyla insan hakikatle buluşuyor, özgürlüğüne kavuşuyor.

Sözün özüne kavuşması, toplumun ruhuna kavuşmasının başlangıç noktasıdır: İşte Sünnet-i Seniyye’de özetlendiğini söylediğim Akval (Hz. Peygamber’in sözleri/Mekke süreci), Ef’âl (Hz. Peygamber’in Fiileri/Medine süreci) ve Ahvâl (iki hâlin bileşkesi, Hz. Peygamber’in hakikati hâl hâline getirmesi, hakikatin kendisi hâline gelmesi/Mekke ile Medine süreçlerinin bileşkesi Medeniyet süreci) hakikatin Mekke’de hayat bulmasını, Medine’de hayat olmasını, Medeniyet sürecinde bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasını mümkün kılan ruhun hayat fışkıran menbaı, gül akan ırmağıdır.

Bu toplumun dünyaya nizam veren ve nizam armağan eden ruhu budur: Akl-ı Selîm, Kalb-i Selîm ve Zevk-i Selîm olarak ifade edebileceğimiz, sırasıyla ilme’l-yakîn’in, ayne’l-yakîn’in ve hakka’l-yakîn’in yeşerttiği Osmanlı Ruhu budur.

Bu ruh, dünyanın ihtiyacını hissettiği insanlığa üç dâr/yurt armağan eden yegâne ruhtur: Dârü’l-İslâm (Mekke süreci), Dârü’s-Selâm (Medine süreci) ve Dârü’l-İnsan (İnsanlık yurdu/Medeniyet süreci).

Tarihte, Allah’ın belki de yalnızca bu topluma ihsan ettiği ruhun üç inkişaf safhası bu üç zevk’in tarihe müdahalesiyle dünyaya ruh üflemesi, bu ruhu her yere, her şeye nakşetmesidir.

Osmanlı Ruhu dediğim şey, Türk Ruhu’dur: Türkistan-Horasan havzasında temelleri atılan, Selçuklu ile mayası karılan, Osmanlı ile nihâî ruhuna kavuşan Ehl-i Sünnet Omurga ve derûnî tasavvufî tecrübenin inşa ettiği direniş, diriliş ve varoluş ruhudur.

Önce Türklerin bu ruha ihtiyacı var.

Irk üzerinden, ırka endeksleyerek cümle kurmamak için öncelikle Osmanlı ruhu dedim.

Selçuklu ile mayası karılan, Osmanlı ile ruha dönüştürülen Anadolu ruhu da denilebilir buna.

Bu ruh, dünyanın ihtiyacını hissettiği hem de şiddetle hissettiği yegâne ruhtur. Bu ruhun ırkla ilişkisi dolaylıdır. Türkler, Müslüman olmasaydı böylesine defûnî ve kuşatıcı bir ruha sahip olamazlardı.

Sözün özü: Adaletin, merhametin ve hakkaniyetin en güçlü kaynağı İslâm’ın bu üç aşamalı yolculuğunun hakkıyla yerine getirilmesinin, ete kemiğe büründürülmesinin meyvesi işte bu Türk Ruhu, dünyanın ihtiyacını hissettiği yegâne ruhtur. İnsanlığın insanca bir dünya kurmasını sağlayacak, herkesin kendi kalarak ve kendi olarak yaşamasını sağlayacak ruh, bu ruhtur. Ancak bu ruhun öncelikle bu toprakların çocukları tarafından yeniden fark edilmesi, keşfedilmesi ve adım adım hayatın her alanına nakşedilecek uzun soluklu bir yolculuğa çıkılması şart. Vesselâm.

Not: Bu yazı 23 Aralık 2024 tarihinde Berlin’de içeriden okunan ama dışarıdan yürekten hissedilen kendinden emin, leziz sabah ezanı sonrasında yazıldı.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım