Türk modernleşmesini gazetelerden okumak
Türk modernleşmesinin en doğru okunacağı mahfillerin başında ‘gazetecilik’ gelir. Daha çok askerî amaçlarla başlayan modernleşme faaliyetlerinin matbaa, eğitim-öğretim, devlet yönetimi, kültür sanat sağlık, hukuk, dış ilişkiler gibi yan alanlarla desteklenmesi bütün bu çabaların yol haritasını vermesi bakımından önemlidir.
Genel modernleşme alanlarından özele doğru inildikçe modernleşme sürecinin lokomotifi olarak düşünülebilecek unsurlar ağırlıklı olarak devlet kurumları ve görevlileri ile gazeteler ve gazetecilerdir (iki tarafın da devlet memuru olduğu veya bir patronun emrinde görev yaptığı gözden kaçırılmasın). Osmanlı coğrafyasında boy gösteren ilk gazetelerin hemen hepsinin bir şekilde resmî (veya yarı resmî) hüviyet taşıdığı göz önünde bulundurulduğunda modernleşme hareketlerinin büyük oranda devlet eliyle yapıldığı görülür. Daha açık ifadeyle söylemek gerekirse sivil halkın pasif olarak dahi müdahil olamadığı yenileşme çalışmalarında fail her zaman ve durumda devlet ve devletin siyasal aygıtları olmuştur. Bu hâkim ve devletçi tavır bazı kurum, kuruluş ve kişileri öylesine hak etmedikleri şekilde beslemiş ve öne çıkarmıştır ki zamanla ortaya çıkan sivil toplum örgütleri kanıksanmış -muhtemelen bu alışkanlıkların etkisiyle- olacak bir türlü sivil tavır, tutum ve davranışlar sergileyememiş, halktan yana olamamış, gizli bir el tarafından sürekli muhasara altında tutulmuştur.
İlk gazeteler
1794 yılından itibaren İstanbul’da Fransız Sefareti’nin, 1824’ten itibaren de İzmir’deki Fransız tüccarların çıkardıkları gazeteler bir kenara bırakılırsa Osmanlı toprakları içerisinde ilk gazete, yaptığı birçok yenilikle II. Mahmut’u etkileyen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1828’de Mısır’da çıkardığı Vakâyi-iMısriyye’dir. Yenilikçi yönleriyle ön plâna çıkan bu iki devlet adamının belki de en çok ihtiyaç duydukları şey, icraatlarını halka ve dünyaya anlatmaya yarayacak bir iletişim aracıydı ki bunlar o günün koşullarında gazetelerdi. Kavalalı’nın yaptığı reformları günü gününe takip eden, bunların toplum ve dış dünya üzerindeki etkilerini gözlemleyen II. Mahmut, gazete kurma işinde geç kalmaz ve İzmir’den Alexandre Blacque’i İstanbul’a çağırır, ondan bir gazete (Le Moniteur Ottoman) çıkarmasını ister. II. Mahmut’un 1831 yılında çıkaracağı Takvim-i Vakâyi işte bu ilk teşebbüsün peşinden gelir.
Takvim-i Vakâyi (1831)
Gerçekleştirdiği ıslahatlarla Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran II. Mahmut’un yaptığı en önemli icraatlarından biri, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın da etkisiyle ilk resmî gazete olan Takvim-i Vakâyi’yi çıkarmasıdır. 1 Kasım 1831’de devlet eliyle çıkarılan bu gazetede, beyannâmeler, tevcîhât (rütbe verme işi), teşrîfât (resmî ziyaretlerde uyulması gereken kurallar) gibi resmî hayata ait bilgiler yer alır. Burada zaman zaman dünyadan ilgi çekici haberlere yer verildiği de görülür. Bu gazetenin çıkarılmasındaki temel amaç, girişilen ıslahat ve yenileşme faaliyetlerinin hayırlı sonuçlarını halka ve dünyaya duyurmak, bu yolla milleti padişahın yaptıklarına ısındırmaktır. İlginçtir ki gazete, padişahın yaptığı işleri anlatırken ağır, belli fikirleri halka açıklamak istediğinde ise sade bir dil kullanır.
Ceride-i Havadis (1840)
İlk yarı resmî (yarı özel) Türk gazetesidir. 1815 yılında İzmir’e yerleşip daha sonra İstanbul’a gelen hem Amerika Birleşik Devletleri Sefareti’nde kâtiplik yapıp hem de ticaretle uğraşan William Churchill tarafından 31 Temmuz 1840’ta çıkarılmıştır. Bu ilk yarı resmî (yarı özel) gazetenin bir yabancı tarafından çıkarılmasının hikâyesi Osmanlı Devleti’nin son yüzyılına ışık tutar: “Churchill, İstanbul’un yabancıların oturmasına izin verilen semtlerinden Moda’da (Kadıköy) avlanırken bir çocuğu yaralayınca tutuklanmış, bunun üzerine İngiliz büyükelçisi Ponsonby kapitülasyon haklarına dayanarak bir İngiliz’in suçlu bile olsa tutuklanamayacağını ileri sürerek Osmanlı Devleti’ne nota vermişti (18 Mayıs 1838). Konuya diğer Avrupa devletleri de karışınca olay siyasî bir nitelik kazanmış, artan baskılar üzerine Churchill serbest bırakılmıştı. Ardından devrin dışişleri bakanı Akif Paşa hastalığı öne sürülerek görevden azledilmiş, Churchill’den özür dilenerek tutukluluk tazminatı olarak kendisine pırlantılı nişan, zeytinyağı ihraç izni veren ferman ve gazete yayımlama imtiyazı verilmişti.” Moda’da avlanırken bir çocuğu yaraladığı için tutuklanan Churchill’in başına talih kuşu konar. Hangi nedenle olursa olsun ilk yarı resmî (yarı özel) gazetenin Churchill adında bir İngiliz tarafından çıkarılması, beklenen ve görünenin aksine, Türk gazetecilik tarihine hatırı sayılır anlamda katlı sağlar. Bu katkıyı şu şekilde sıralamak mümkündür:
- - İlk defa muhabir gönderme,
- - İlk ek neşri, (Rûznâme/Rûznâme-i Ceride- i Havadis)
- - Galata’da Naum Tiyatrosu’nda oynanan piyeslerin Türkçe tercümelerini verme,
- - Hastalıklar hakkında açıklayıcı ve koruyucu bilgiler verme,
- - Ansiklopedik bilgiler verme,
- - Ölüm ilânı ve ölenlerin biyografilerinin verilmesi,
- - Kitap şekline gelecek tefrikalar verme,
- - Okuyucu mektupları yayımlama,
- - Kırım Harbi’nde savaş muhabirliği uygulamasına gitme gibi birçok yenilik Ceride-i Havadis’in Türk basın tarihine hediyeleridir.
Tercümân-ı Ahvâl (1860)
İlk özel gazetedir. Gazeteyi, 22 Ekim 1860 tarihinde, İstanbul Telgraf Müdürü Âgâh Efendi ile İbrahim Şinasi birlikte çıkarır. Şinasi 24. sayıdan sonra gazeteye yazı yazmaz. Osmanlı tarihinin Batılı anlamda ilk özel gazetesi olan Tercümân-ı Ahvâl’de dikkati çeken temel nitelikler şunlardır:
- Bu gazeteyle birlikte ilk defa bir Türk gazete yayımlanmış ve Türklere gazetecilik kapısını açmıştır.
- Gazetenin mukaddimesinde; (Mâdâm ki bir hey’et-i ictimâ’iyyede yaşayan halk bunca vezâif-i kânûniyye ile mükellefdir, elbette kâlen ve kalemen kendi vatanının menâfi’ine dâir beyân-ı efkâr etmeği cümle- i hukuk-ı muktesebesinden addeyler.) şeklindeki düşünceler, devletle halk arasında bulunan ve ağırlıklı olarak devletten yana olan uçurumu halk lehine kapatmayı hedefleyen ilk satırlardır. Şinasi’nin gazetede, Fransız filozoflarının da etkisiyle dile getirip uyguladığı katılımcı halk-aktif aydın anlayışı bugün için de geçerliliğini (hatta orijinalliğini) korumaktadır. Ayrıca bu mukaddime, Osmanlı basın tarihinin ilk gazete makalesi olarak da düşünülebilir. -Mukaddimenin sonundaki beyit Şinasi’nin düşünce sistematiğini vermesi bakımından değerlidir: Değil mi Tanrı’nın ihsânı akl ü kalb ü lisân Bu lütfu etmelidir fikr ü şükr ü zikr insân (Akıl, kalp ve lisân Tanrı’nın insana bir ihsânı/iyiliği olduğuna göre, insan aklıyla (onu) düşünmeli, kalbiyle (ona) şükretmeli, diliyle (onu) söylemeli/anmalı/zikretmelidir.)
Şinasi burada üç kavrama dikkat çeker ve dolaylı yoldan bunların insanı diğer varlıklardan ayıran nitelikler olduğunu söyler. Bunlar sırasıyla ‘akıl’, ‘kalp’ ve ‘dil’dir. Aklın kılavuzluğu, kalbin itminânı, dilin tercümanlığı… Şair, leffüneşir sanatı yaparak bu kavramları en kısa yoldan ve herkesin anlayabileceği bir dille ele alır. Dolayısıyla Şinasi’nin Agâh Efendi ile çıkardığı bu gazete, bütün bu gelişme ve entelektüel mübahaselere ortam hazırlaması bakımından da etkisi bugüne kadar uzanan bir öneme sahiptir.
- Basit bir örneği Ceride-i Havadis gazetesinde görülmekle birlikte, “tefrika” kelimesi üzerinde ayrıntılı bir şekilde ilk defa duran Şinasi’dir. Şinasi’nin Şair Evlenmesi isimli tiyatro eserini yine bu gazetede tefrika etmesi, onun bu bahiste teoriden pratiğe geçtiğini gösterir.
- Eskiden alt alta rastgele istif edilen haberleri türlerine göre kategorize ederek verme usulü ilk defa bu gazete ile başlar.
- Basın tarihinde gazeteler arasındaki ilk rekabet, yine bu gazetenin yayımlanmasından sonra, Ceride-i Havadis’in kendi gazetesini daha cazip kılmak için çıkardığı Rûznâme-i Ceride-i Havadis adlı ilave neşri ile görülür.
- Tarafsızlık kavramını ısrarla vurgulaması, zaman zaman ortaya çıkan yanlışlardan sonra haberin doğrusuna sayfalarında yer vermesi bu gazetenin bir diğer önemli tarafı olarak zikredilebilir.
Tasvîr-i Efkâr (1862)
İkinci özel gazetedir. 28 Haziran 1862’de Şinasi tarafından çıkarılmıştır. Gazetenin mukaddimesi Tercümân-ı Ahvâl’in mukaddimesindeki görüşlerin devamı/ açılımı gibidir. Şinasi, Tasvîr-i Efkâr mukaddimesinde de, devlet-halk ilişkisine değinir ve yine halktan yana tavır koyar: (Her devletin, idaresini vekil sıfatıyla üzerine aldığı bir millî topluluğun devamını sağlamakla ayakta durabileceği ve ancak o milletin menfaatlerini koruyacak tedbirler almak suretiyle iktidarının kuvvetli olabileceği, herhangi bir delil ile ispatına gerek duyulmayacak açık gerçeklerdendir.) Şinasi, mukaddimenin devamında, gazetelerin halkın düşüncelerini ortaya koymada oynayacakları aracı rolüne de işaret eder. Tasvîr-i Efkâr daha ilk nüshasından itibaren selefi olan mevkutelerden farklı ve düzenlidir. Sade bir dil kullanmaya çalışır. İlk olarak Tercümân-ı Ahvâl’de rastladığımız haber tasnifi uygulaması, bu gazete ile bugünkü şekliyle sayfa düzeni dediğimiz modern anlayışa dönüşür. Tanzimat sonrası ilk edebî tartışma, 1864 yılında Rûznâme-i Ceride-i Havadis ile Tasvîr-i Efkâr gazeteleri arasında cereyan eder ve Şinasi bu edebî tartışmanın tarafıdır. “Mesele-i mebhûset’ün anhâ” adıyla da bilinen bu tartışmada temel problem, bazı Arapça terkiplerin nasıl yazılacağı meselesidir. Atışmalar esnasında Şinasi, yeni bir yaklaşımla Tanzimat sonrası Türk edebiyatında “edebiyat” kavramını da ilk defa tanımlar. “Fenn-i edeb bir marifettir ki insana haslet-âmûz-ı edeb olduğu için edeb ve ehli edîb tesmiye olunmuştur.” şeklindeki bu tanımda, edebiyatın ahlâkla olan ilgisine vurgu yapılır. Namık Kemal, 200. sayısından itibaren Tasvîr-i Efkâr’da yazmaya başlar (4 Haziran 1864). 1865’te Avrupa’ya giden Şinasi, gazeteyi Namık Kemal’e bırakır. 1867’de Paris’e giden Namık Kemal bu sefer gazeteyi Recaizade Mahmut Ekrem’e emanet eder. Gazeteyi güvenilir bir muharrire emanet etme âdeti, bu gazetenin o dönemde oynadığı edebiyat mahfili olma özelliğini göstermesi açısından mühimdir. [Tanzimat’tan sonraki süreçte, bu yazıda ana hatlarıyla değerlendirmeye çalıştığımız gazeteler/gazeteciler dışında da önemli basın-yayın faaliyetlerinde bulunulmuştur ki bunların ilk akla gelenleri şöyle sıralanabilir: Ali Suavi, Muhbir (1867); Ali Raşit ve Filip birlikte, Terakkî (1868); Namık Kemal ve Ziya Paşa birlikte, Hürriyet (1868); Basiretçi Ali Efendi, Basiret (1870); Teodor Kasap, Diyojen (1870); Ebüzziyâ Tevfik, Mecmûa-i Ebüzziyâ (1880) vb.]
Haziran kokan iki mevkute daha
Türk modernleşmesinde gazeteciliğin ilk evresinin izini ana hatlarıyla bu şekilde ele aldıktan sonra Tasvîr-i Efkâr’ın akabinde yine haziran ayında ortaya çıkan (veya farklı bir ivme kazanan) iki gazete ve yazara da kısaca göz atmak hem ufuk açıcı hem yol gösterici olacaktır. İbret 1870-1873 yılları arasında dört farklı zamanda (devrede) İstanbul’da yayımlanmış ve özellikle son evresinde Türk kültür, edebiyat ve tarihine damgasına vurmuş gazetelerdendir. Son evreden kastımız Namık Kemal ve arkadaşlarının bu gazetenin yönetimini ellerine aldıkları süreçtir. İbret’te dönemin önde gelen yazar ve gazetecilerinden biri olan Ahmet Mithat Efendi’nin de bir süre görev alması (Namık Kemal ve arkadaşlarından hemen önceki süreçte) oldukça dikkat çekicidir. İbret’in hem kendi zamanı hem bugün için en parlak ve hareketli dönemi 13 Haziran 1872’de başlar. Bu süreçte gazetenin “muharrir-i evvel”i veya başka bir ifadeyle başmuharriri Namık Kemal’dir. Yazı işlerinde Kayazade Reşat, Ebüzziya Tevfik, Menapirzade Nuri ve Mahir Bey (Kemal’in üvey dayısı) gibi devrin öne çıkan münevverleri görev alırlar. Bu isimlere dikkatle bakılınca bunların (özellikle ilk üçünün) Osmanlı Devleti’ndeki ilk aydın hareketi olan Yeni Osmanlılar içinde yer aldıkları görülür. Açılıp kapanmalarla yaklaşık üç yıl yayın hayatına devam eden İbret’te Namık Kemal’in takma isim kullanması (veya kullanmak zorunda kalması) hem basın hem de edebiyat tarihi açısından mühimdir. 1 Nisan 1873 gecesi Vatan yahut Silistre’nin ilk temsilinde yaşananlar ve bu yaşananların kısa sürede siyasî bir boyut kazanması sonucunda Namık Kemal Kıbrıs’a, Ahmet Mithat ve Ebüzziya Tevfik Rodos’a, Nuri ve Bereketzade İsmail Hakkı Akka’ya sürgüne gönderilir. Yaklaşık dokuz ay süren Kemal ve arkadaşlarının yönetimindeki İbret’in tirajı o gün için de bugün için de hiç küçümsenmeyecek sayılara (12.000) ulaşır. Gazete, sahip olduğu yazarlar ve ele aldığı konular/dosyalar, kullandığı dil ve okurla kurduğu samimi bağ nedeniyle sadece kamuoyu oluşturmakla kalmaz; toplumun düşünsel arka planına da yön verir. Bu fikrimizi somut olarak ortaya koymak için Namık Kemal’in bu gazetede yazdıklarının dörtte biriyle oluşturulan Mustafa Nihat Özön’ün kitabına bakmak yeterli olacaktır. Osmanlıcılığın beyannamesi olarak görülebilecek “Vatan”, “İmtizâc- ı Akvâm” ve “Müsavat”; İslâmcılık düşüncesini ele alan ilk metinlerden biri olan “İttihâd-ı İslâm” ve “Ahlak-ı İslâmiye”, Batı medeniyetine bakışı önceleyen “Medeniyet” ve “Terakki” gibi yazılar okunursa söylemek istediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır. Tercümân-ı Hakîkat 27 Haziran 1878’de çıkan, imtiyaz sahibi olarak Mehmet Cevdet görünse de Ahmet Mithat Efendi’nin kurduğu ve ölümüne kadar 34 yıl kesintisiz yönettiği (28 Aralık 1912) Türk basın tarihinin dikkat çekici ve en uzun soluklu yayınlarından biridir. Yazarın ölümünden sonra da çıkmaya devam eden (Ocak 1924’e kadar) bu gazete, daha çok Ahmet Mithat Efendi’nin adı ve mizacıyla özdeşleşmiş bir mevkutedir. Devrin diğer yayın organları için de düşünülebileceği gibi bu gazeteyi de devrin aydınlarının kendilerini gerçekleştirdikleri, geliştirdikleri mektep bir olarak görmek mümkündür. (Ahmet Mithat Efendi mektebi) Ahmet Mithat’ın kalemi ve matbaası müellif, kitapları okul, muhatabı/okuru millettir. Yazdığı ve yaptığı her işte dilden konuya kadar her adımda/bahiste umum halkı önceleyen yazara “Hace-i Evvel” (ilkokul öğretmeni) denmesi boşuna değildir. Başta damadı Muallim Naci olmak üzere Beşir Fuad, Mustafa Refik, Halit Ziya, Veled Çelebi, Necip Asım, Fatma Aliye Hanım, Gülnar Hanım, Makbule Leman Hanım, Şair Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım’a kadar uzanan Ahmet Mithat etkisi aslında bu mektebin müdavimlerini de bize gösterir. Bunların yanı sıra Beşir Fuad, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Fatma Aliye, Hüseyin Cahit, Ali Kemal ve Ahmet İhsan da ilk yayınlarını onun eliyle yaparlar.
Dikkatlerinin merkezine iç piyasayı koyan, Batı dünyasıyla irtibatını koparmayan (bilim, fen, sanayi vb.) ve bu medeniyet dairesinin edebî ve felsefî birikimlerinden okurlarını haberdar eden (romantizm, natüralizm, realizm vb.) Tercümân-ı Hakîkat başta “eski yeni” münakaşaları olmak üzere birçok edebî tartışmaya ev sahipliği yapar. Popüler gazetecilik yapmayı tercih eden bu yayın organının, Ahmet Mithat Efendi’nin diğer çalışmalarında da gözlemlendiği gibi bilgiyi, kültürü tabana yayma, halkı aydınlatma, geniş kitlelere okuma alışkanlığı kazandırma gibi önceliklerinin olduğu söylenebilir.
Bütün yollar Türkçeye çıkıyor
Dil, kültür ve edebiyat penceresiyle birlikte gazetecilik bağlamında bakıldığında Türk modernleşmesinin merkezinde ağırlıklı olarak Türkçe ve Türkçenin sadeleşmesi -işlek bir nesir diline dönüştürülmesi- yer alır. Bilhassa Tanzimat’tan sonra yazarların büyük çoğunluğunun verdikleri eserlerde önceledikleri en temel husus, özellikle nesir dilinin insanı, ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri (kültürden sanata, dinden bilime kadar) bütün yönleriyle ifade edebilecek zenginliğe ulaştırma çabası olmuştur. Yukarıda adını zikrettiğimiz tüm gazete ve gazetecilerin hemen hepsinin temel amacı, devletle halk arasında dilden/düşünceden bir köprü kurmak olmuştur ki başta tiyatro, roman, makale ve çeviri olmak üzere öne çıkan edebî türler bunu gösterir. Bütün bu modernleşme çabaları, içteki ve dıştaki gelişmeleri dil aracılığıyla Türk insanına aktarmak şeklinde de okunabilir. Bu noktada özellikle Batı dillerinden yapılan çeviriler, bunları daha çok gazeteler aracılığıyla halkla buluşturma çabaları bilhassa terim ve kavram bağlamında dildeki/düşünce dünyasındaki boşluğu göstermesi bakımından sarsıcı ve öğretici olmuştur. Bu nedenle bilimsel çalışmalarda ortaya çıkan terim ve kavram sorunlarının kökenini de buralarda bir yerlerde aramak doğru olur. Türkçenin sadeleşmesi bahsinin Türk edebiyatındaki en çarpıcı örneği herhâlde Namık Kemal’in uyguladığı yöntem olmalıdır: “Bir gün etrafındaki gençlere: ‘Çocuklar, size bir marifet göstereyim.’ diyerek dört kişiye birden dört ayrı mevzuu imlâ tarikı ile asla tevakkuf ve tereddüt etmeden yazdırmış, sonra da yazıları alarak her satırın arasına kendi eliyle bir satır ilâve etmiştir.” Elbette Namık Kemal dört kişiye aynı anda dört farklı yazıyı yazdırtabilecek kadar dikkat ve birikime sahipti. Fakat böyle bir uygulamaya gitmesindeki temel amaç konuşma dilini yazı diline yaklaştırma isteğiydi. Bu ilk gazetelerin birey ve toplum hayatına etkisini beş maddede ana hatlarıyla şu şekilde özetlemek mümkündür:
- Geniş kitlelere hitap ettikleri için Şinasi’nin Tercümân-ı Ahvâl mukaddimesinde belirttiği gibi umum halkın kolaylıkla anlayabileceği dille çıkmak zorundaydılar. Bu nedenle, gazeteler Türkçenin sadeleşmesine,
- Devletin halka iletmek istediği resmî bilgiler yanında, fikrî, felsefî, siyasî, kültürel birçok yeniliğin geniş kitlelere ulaştırılmasına/anlatılmasına,
- Makale, hikâye, roman ve tiyatro gibi yeni edebî türlerin halka tanıtılmasına,
- Yeni aydın tipinin ortaya çıkmasına,
- Kamuoyu oluşturulmasına aracılık etmişlerdir. Bugünün sosyal medyasını oluşturan bütün paydaşların yerine o günün gazeteleri konulunca ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Tanzimat sonrası devir için gazete ve gazetecilerden geçmeyen yol hiçbir yere varamaz.