Tükettiğim hevesler
Büyüdükçe yaşam dediğimiz yolculukta mutluluk ya da mutsuzluğun değil anlamın peşinden gitmemiz gerektiğini kavradık am ayine de durup soluklanacağımız, talihin güzelliği ile ilgili umutlu sözler söyleyeceğimiz zamanların olmasını isterdik.
Lütfen birisi her şeyin bittiğini söylesin. Her şey bitti, fırtına dindi, kıyamet şimdilik sona erdi desin. Kendimizi ve yolumuzu kaybettiğimiz o sokaklardan geri dönüp evimize sığınalım. Tanıdık acılarla örülmüş odamızın içerisinde sessizce ve içli içli olup bitenlere ağlayalım. Parçalanmışız. Üstümüz, başımız, yüzümüz, gözümüz ve en çok da hüznümüz. Evet, hüznümüz parçalandı çünkü üzgünlüklerimiz hiç bitmedi. Kırılmalarımız, dağılmalarımız, gözyaşlarımız hiç bitmedi. Taş değil ya bu, en nihayetinde üzüle üzüle üzülmelerimiz, hüzünlerimiz parçalandı. Ama şimdi evimizdeyiz, o küçük, ışıksız, tanıdık odamızdayız.
İnsan acı bir olayı yaşarken değil de sonrasında o olayı nasıl ve niye yaşadığını düşünürken üzülüyor daha çok. Acının kendisine değil, o acının her seferinde eliyle koymuş gibi gelip kendini, kalbini bulmasına üzülüyor. Çalacağı o kadar kapı varken, acı bir kez daha gelip o ışıksız odamızı buluyor.
Yanlış anlaşılmasın, acı çekmekle, hüzünlenmekle, parçalanıp dağılmakla ilgili hiçbir sıkıntımız yok. Erken yaşlarda bu dünyanın çok da matah bir yer olmadığını, bize umduklarımızı vermeyeceğini, şapkadan sihirle çıkan tavşanın aslında hep şapkanın içinde olduğunu, kalbimizin üzüntü dediğimiz duygudan yapılmış olduğunu öğrenmiş ve kabul etmiştik. Ama acının bu kadar sık kapımızı çalacağını, soframızdan, annemizin gizli gözyaşlarından, babamızın rengi atmış lacivert paltosundan hiç eksik olmayacağını tahmin edememiştik.
Başka hanelere doğan mutluluk güneşi bizimkine doğmuyor olabilirdi ama en azından bazı sabahlar güneşin yola vuran, sokağı parıldatan ışıltısını da penceremizden göz ucuyla seyretmek isterdik. Ama bunu bile çok gördü dünya. Sokağımızdan hep yoksulluk, ayrılık, mutsuzluk ve çaresizlik geçti, tabular taşındı sessizce, iki tanesi benim evimden, kanımdan, canımdan.
Dünya sanki o güneşli günleri göstermemeye yemin etmiş gibi dönüyor ama biz bunu eskisi gibi kafaya takmıyoruz. Büyüdükçe yaşam dediğimiz yolculukta mutluluk ya da mutsuzluğun değil anlamın peşinden gitmemiz gerektiğini kavradık am ayine de durup soluklanacağımız, talihin güzelliği ile ilgili umutlu sözler söyleyeceğimiz zamanların olmasını isterdik. Olmadı ve olmasın. Oturup bir şeylere, birilerine küsecek değiliz. Yaşamak her şeye rağmen sürdürmektir, en çok da gücün tükendiğinde, artık devam edemediğinde sürdürmektir. Sürdürüyoruz.
Fakat tüm bu sürükleyiş bir şeyleri alıp götürüyor bizden. Eskisi gibi olamıyoruz, istesek de eskisi gibi kalamıyoruz. Her şeyden evvel büyük bir yorgunluk doğuruyor bu sürükleme çabası. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak bir çökkünlük ve isteksizlik başlıyor. Hafta sonları arkadaşlarla bir şeyler yapmak, yeni maceralara atılmak ve bir şeyleri keşfetmeye çalışmak eskisi kadar kolay olmuyor. Gelen tekliflere: “Fark etmez, bakarız, olabilir” deyip sonrasında büyük bir pişmanlık yaşıyoruz. O çılgın kalabalıktan uzakta, kendi dünyamızda, kendi evimizde yaşamayı arzuluyoruz. Çünkü çok yorulduk ve bir süre dinlenmemiz, olup bitenlere kendimizi ikna etmemiz gerekir.
Bazen aynada yüzüme endişe ve şaşkınlıkla bakıyorum: Bu olanlar sahiden de benim başıma mı geldi?
Bir şey oluyor, bir şey daha ve bir şeyler daha. Sonrasında tükeniyor heveslerin. Dünya dedikleri panayır bu muymuş diyorsun, bunun için miydi bunca kavga, kaza, bela, telaş, savaş?Sonra kolun, kanadın kırılıyor ve alışıyorsun. Bahçendeki renk renk çiçekleri eziyorlar, masumluğunu kirletiyorlar, aydınlığını karatıyorlar ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar. Geride kalıyorsun, geride kalıyoruz.
Tükenen heveslerle geride kalmak ve yeniden bir şeylere tutunmak büyük zahmet. Bu aşamada hayatınıza yeni insanlar katmak oldukça zor gelir. Birine yeniden kendini anlatmak, kalbini açmak, tanımak, inanmak, güvenmek, sessizce oturmak, bir noktaya uzun uzun bakmak çekilmesi zor bir çileye dönüşür. İsteriz ki biz hiçbir şey söylemeden insanlar bizi anlasın, aklımızdan, kalbimizden geçenleri okusun ama bu mümkün değildir ve mümkünsüzlük insanın cehennemidir.
Süleyman Çobanoğlu: “Ummak bir ummandır” demişti. O ummanda yolumuzu arıyoruz şimdi. Cebimizdeki adreslerden umudumuz tükendi. Aradığımız tüm numaralar sonsuza kadar meşgul ve biz bu koca evrende tek başımıza öylece kalakaldık. Bu duygu bana hep eski bir anımı hatırlatıyor: 5 yaşındayım, Feriköy pazarının orta yerinde şaşkınca etrafıma bakıyorum. Her şeyden çok sevdiğim, güvendiğim annem yanımda yok, onu kaybetmişim. Şaşkınca insanların yüzüne bakıyorum, mideme büyük bir sancı gelip oturuyor ve büyük bir çaresizlik. Büyüdüm ve o çaresizlik duygusu ile yeniden karşılaştım, yeniden karşılaştık. Fakat kimse bir anda sarılıp: “korkma, buradayım işte, geldim ve buldum seni” demiyor bu sefer.
Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır, bir umut yeniden başlayıp tepe üstü çakılanların da. İnsan demek bir parça da inat demektir. İnsan inatçıdır, yaşamak için, sevmek için, devam etmek için, düşmana karşı dik durmak için inat etmek demektir. Kabul ediyorum, rüzgâr bu sefer çok sert esti ve hepimizi bir köşeye fırlattı. Façamızı o biçim dağıttı, yaşlandık, alnımızdaki çizgiler derinleşti, saçlarımızdaki beyazlar arttı, borçlar çoğaldı, ailemiz bizden umduğunu bulamadı ama inat ettik ve buradayız. Kervan göçtü, dağlar başında kaldık, kalbimiz yarıldı ama başımız yere hiç eğilmedi. Devam edeceğiz, yaşamaya, sürdürmeye, sürdürmeyi sürdürmeye devam edeceğiz.