Tordemir Yazıları: Kadim gelecek
Zamanında “Kendimizi Batılılara anlatamıyoruz şekerim.” diyenler, bugün, otuz beş yıl sonra hâlâ aynı noktada duruyor ve değişmeyen tek şeyin değişim olduğu tezine tezat teşkil ediyorlar. Basiretleri iyice bağlandı, kitlesel olarak âmâlaştılar ve algılarını hakikate amade edebilme fırsatını iyice kaçırdılar.
Kendimizi anlatamıyoruz ayinleri
Seksen başları, bir Kuzey Avrupa başkentinin merkezinde şehrin en tanınmış kafesinde raslantıyla bir araya geldik. Kış öğleden sonrasıydı. Havanın erken kararmaya meyilli gri rengi geniş camlardan içeri süzülerek ortama melankoli polenleri salıyordu. Türkçe öğretmeni, yeminli tercüman ve sosyal görevli olan üç genç erkek, üniversite öğrencisi, dil kursu öğrencisi olan ve yabancı sorunları için kurulmuş bir dernekte yarı zamanlı memurelik yapan üç genç kadın, içeri girdiğimde beni masalarına çağırmıştı. Havadan sudan da konuşuluyordu, ama bir tema çok sıcaktı. Yerlilerin Türkiye’den gelen göçmenlere yapıştırdığı etikette yazan şeylerden memnun değillerdi. O sıralarda Türkiye için sık sık “Üçüncü Dünya Ülkesi” sıfatı kullanılıyordu. Gazetelerde ülkemizin adı geçtiğinde kişi başına düşen yıllık gelir miktarı, dişlerini muntazaman fırçalayanların yüzdesi, yıllık basılan kitap adedi, ihracat kalemleri, üretim kapasitesi, gayri safi milli hasıla, darbe sonrası işkence gören ilticacı sayısı gibi bilgiler yan yana getiriliyordu. Bunda bir garabet yoktu. Maddi uygarlık böyle bir şeydi. Sayıyor, ölçüyor ve tasnif ediyordu. Bu rakamlar masadakiler için pek etkili değildi. Kafayı imaj sorununa takmışlardı. Köyden taşradan gelenler Avrupa’daki Türk imajını berbat etmişlerdi. Onlar aslında farklıydı. Bu hata acilen düzeltilmeli ve kimin halk, kimin vatandaş olduğu ortaya çıkmalıydı. “Kendimizi anlatamıyoruz.” mantrasını en inandırıcı tonla yabancılara hizmet veren bir dernekte memurelik yapan kadın söylüyordu. Bir yerliyle evliydi. İstanbulluydu. Kendini yerlilere anlatmaya kararlıydı.
Müzmin hezimet
O gün, o kafede oturanlar kendimize entellik yakıştırıyorduk, ama tarih şuuruna sahip değildik. Arşivler gözlerimize kapalıydı. Gelenekten fena hâlde kopuktuk. Dilimizi devrim eşek arısı sokmuştu. Mefhum zaafiyetinden muzdariptik ve yabancı dilleri derinlemesine kavramaya çabalarken zorlanıyorduk. Batıcılılığı çağdaşlık yani ilericilik zannediyorduk. Algımetremiz iyice yamulduğu için “60 darbesi”ni demokratik darbe sanmaya teşneydik. Solculuk, ilericilik zincirinin en üst ve elit bir halkası gibi takdim ediliyordu. Mesnetsizdik. Hakikate aşermiyorduk. Self-Oryantalistlik multi-vitamin gibi bir şeydi adeta. Müzmin hezimetti yaşadığımız durum, farkında değildik. Bazıları bunu kavradı ve rota kırdı. Kalanlar, KMS(Kemalist Matrix Sakinleri) bugün de aynı gaflet ve delaletin içersinde debeleniyor.
Anadoluya atılan ideolojik bomba
Avrupalılar Stalinci, Maocu, Leninist, Troçkist ve hatta Enver Hocacı oluyor, ama Kemalist olmuyordu. Bahsi geçtiğinde de küçümseyerek burun kıvırıyordu. Kemalist ideolojinin felsefik temeli pek zayıftı. En dar ufuklu ideoloji yarışmasının rakipsiz birincisiydi. Solcu bir ideolojiyle sentezlendiğinde çifte ağu hâline geliyordu. Kemalizm, dil devrimiyle Anadolu’nun en büyük direnç burcunu yıkarken, bunu safsata yükü ağır tarih kitaplarıyla da destekledi. Zamanla bu cepheye sosyalistler de yığıldı. Şu anda birlikte küresel emperyalizme, neoliberalizme ve siyonist temelli düzene karşı çıkan herkesi sindirme mücadelesi veriyorlar. İslam’ı ve metafiziği en büyük düşman ilân etmeleri çok normal. Panzehirin muhtevasını tanımasalar da gücünü hissediyorlar.
İslam’ı ve metafiziği en büyük düşman ilân etmeleri çok normal. Panzehirin muhtevasını tanımasalar da gücünü hissediyorlar.
Âmâlık ve amadelik
Standart bir Kemalist’in Batı’yı, Doğu’yu, dünyayı ve Türkiye’yi layıkıyla değerlendirmesi mümkün değildir. Nietzche’nin “Tanrı öldü.” sözlerinin anlamını da, Edward Said ve Kemal Tahir’in Oryantalizm ve Batıcılıktan ne kastettiğini de kavramaları ihtimal dahilinde değildir.
- Dahası sıradan filmlerde geçen bir çok dini göndermeyi bile değerlendirmekten acizdiler. Ben öyleydim mesela. Bunu vaktinde fark ettim neyse ki. Bir ara Dostoyevski, Tolstoy, Gogol okumakla pek övünçlü olan solcular Rus romanındaki Ortodox ruhu, yaklaşan değişimin çığlığını, sosyolojinin arkasındaki esas gücü kavrayacak idrake ve kapasiteye sahip değildi.
Yabancı eleştirmenlerin değerlendirmelerini evirip çevirerek, bolca çiğnenmiş bir sakızı tekrar tekrar çiğneyerek dünya romanından anlıyormuş gibi yapıyorlardı. Bu apartma yorumlarla onlarca yıl dergiler çıkartıp genç dimağları iğdiş ettiler. Küresel sistem tarafından yönetilen kültürel iktidarın taşeronluğunu yaptıkları için sesleri güçlü çıkıyor.
Zamanında “Kendimizi Batılılar’a anlatamıyoruz şekerim.” diyenler, bugün, otuz beş yıl sonra hâlâ aynı noktada duruyor ve değişmeyen tek şeyin değişim olduğu tezine tezat teşkil ediyorlar. Basiretleri iyice bağlandı, kitlesel olarak âmâlaştılar ve algılarını hakikate amade edebilme fırsatını iyice kaçırdılar.
Can Doe
Can Dündar’dan söz ederken soyadını kasıtlı olarak değiştirdim. Doe malum ABD’de kimliği belli olmayan cesetlere verilen addır. Erkekse John Doe, dişiyse Jane Doe deniyor. Can Doe bizim için artık bir ölü. Kimliği de eylemi nedeniyle amorflaşmış durumda. Bir entel cürufu. Can Doe, Kemalist Matrix sakinlerinin ikonu, canciğeri diğer yandan. Ona hayranlar; çünkü o, kendini Batılılara anlatmayı başarmış biri olarak hastalıklı marjinal kesimin bayrağını taşıyan kof bir kahraman. Putuna, kahramanına bak; bu değeri ona vehmedenleri tanı.
Kadim gelecek
15 Temmuz gecesi tankları alkışlayanlar, “Başaramadılar” diye üzülenler, darbenin ilk saatlerinde “Onuncu Yıl Marşı” çalıp dans edenler, dolar yükselince sevinenler, ekonomi kötü gitsin diye dua edenler, savunma sanayinin şahlanmasını küçümseyenler son seçimde darbecilere ve teröristlere oy verecek kadar alçaldı. Seçimlerde istenen sonuç çıkmayınca depresyonda vites büyüttüler. Şimdilerde artık hınç geğirerek işgalcileri bekliyorlar. Yetmişli, seksenli yıllarda Avrupa nezdindeki elit imajlarını zedeleyen taşralılar artık iktidardaydı ve bir türlü gitmek bilmiyordu. Demek ki iç savaşla başlayacak olan bir işgal şarttı. 15 Temmuz gecesi mutena bir lider ve kahraman halkımız olmasaydı gerçekleşecek olan Hıristiyan-Pagan-Siyonist işgali sabırsızlıkla bekliyorlardı. Son olarak Amerika’nın uygulaması muhtemel ekonomik yaptırıma ümit bağladılar. “Nihayet başardık. Artık onlar, ‘The İşgalciler’, bizi anlıyorlar.” diye sapkın bir sevince kapılmış durumdalar. Çok beklerler.
O kış öğleden sonrası, kafe atmosferi, yüzler, mimikler zihnimde hâlâ capacanlı duruyor. Bu canlılık nedeniyle o sırada kadim geleceğe bakmış olduğumu, bu kafaların dünyanın değişen çehresine, Avrupa’da yaşayan Türklerin özellikle girişimcilik alanında aldıkları göz kamaştırıcı sonuçlara, son on altı yılda Türkiye’nin katettiği bunca yola rağmen kırk yıla yakın bir zaman diliminde zerre kadar değişmeyeceğinin bariz sinyalini görmüş olduğumu düşünüyorum.