'Tarihin asmalarında kırağı'
Hiç baba olmamış bir kişi olarak dile, kültüre, düşünce ve inanca babalık etme bilinci saklı bir hal olarak yaşayacaktır onda.
Sezai Karakoç baştan çok yönlü düşünmeyi ve bir ideal insanı olarak geçmişten bugüne her meselede söz sahibi olmayı kendisine şiar edinmiş bir tipoloji olarak çıkar karşımıza. Babanın özellikle hep idealize edilmesi bir sevgi ve bağlılık öznesi olarak önde tutulması önemlidir ilkin bu yüzden. Babalık form kadar kalıtsal bir erek hatta devletle imgesine kavuşan bir sürekliliktir. Hiç baba olmamış bir kişi olarak dile, kültüre, düşünce ve inanca babalık etme bilinci saklı bir hal olarak yaşayacaktır onda. Çok yönlü olma ve her meselede söz söyleme tarihin gövdesinden sızan ataerkil arketipleri törpülenmiş çağdaş ve modern bir makam diye yorumlanabilir.
Hatıralar’da baba olumlu, yaratıcı, öncü, örnek bir varlıktır. Uzun sürmüş bir savaşın içinden çıkıp gelmesi bir yana dönüşünde yaşadığı iş değişiklikleri arayışçı ve yılmaz bir mizaca sahip olduğunu gösterir. Baba ‘uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde’ çocuğu Hz. Ali’ye hazırlar. ‘Babam lambanın ışığında okurdu/ Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık/ Fetihlerde bayram yapardık/ İslam bir sevinçti kaplardı içimizi’. Hikâyelerde başka başka hâllerde belirecektir babanın yüzü. Hatıralar’a yansımayan özel anlatılarda da baba bir olumsuzlamayla hiç görülmez. En azından ben duymadım. Amca ise destekleyici ve özellikli bir aktör olarak tekrarla anlatılmıştır. Bir yere gitmeden önce ismiyle gitmek olgusu/ olgusallığı amcayla kökleştirilir Karakoç’ta. Babanın böylesi parçalanışı da hayli ilginçtir. Çünkü amca çoğunlukla babadaki gizli açıkları kapar.
Babadan miras yılmazlık ve arayıcılık vasıfları hep geçerli olmuştur Karakoç’ta da. Cemal Süreya’nın bulgucu nitelemesi salt zekanın anlık bir yorumu değil daha ötesi bir duruma karşılık gelir. O adeta hayatta kalmak ve korunmak için hep bir buluş yapmak zorundadır. İnancın ters yüz edilip küçümsendiği toplumun kendi iktisadi ve sosyolojik çarpıntısında çaresiz kaldığı bir dönemeçte ‘Ben erginliği (dikkat ergenlik değil) çocukluğumda yaşadım’ diye yola çıkmış bir mizaçla buluşuruz. O mizaç asla mücadeleden yılmaz. Taviz vermez. Gerekirse bir başınalığı göze alır. Henüz üniversite öğrenciliğimin başında bir akşam Diriliş’in Üretmen Han, 413 numaralı bürosundan çıkıp Divanyolu boyunca Beyazıt’a doğru yürüyorduk. Hararetle bir konu anlatıyordu. Çemberlitaş’ı yeni geçmiştik ki Kılıçali Paşa Camiinin tarihi duvarlarının önünde durdu; ‘sana bir şey söyleyeyim, ben bir şeye inanmışsam herkes karşıma geçse yine inanmaya devam ederim. Bir insana iyi demişsem isterse bütün dünya kötü desin o yine iyi olmaya devam eder’. Parmaklarını da kullanarak biraz da yeri göstererek konuşurken ürpermiştim. Sanki batmakta olan güneşin bütün okları bir bir sökülüp caddeye saç gibi serilmişti.
- Sezai Karakoç’un dışarıdan bakıldığında sıradan ve tekdüze görünen yaşantısı içinde aslında oldukça ilginç yaratıcı rezonans ve dalgalanmalar bulunur.
Ne var ki biraz açıkta kalan bir konu var baba ile kurulan bu olumlu süreklilikte. Karakoç babasının cenazesine katılmamıştır. Ölüm haberini İstanbul’da aldıktan sonra çılgın gibi Yenikapı’ya deniz kenarına koşmuş, kendisini orada teskin etmeye çalışmıştır. Bir içsel veya gündelik çatışmadan mı yoksa mecburiyetten mi olmuştur bu hadise muallaktır. Fakat böylesi bir hâlde şiirin adeta babanın ölümüyle birlikte bir dölleyen erk olarak modellenişi ilginçtir. Şair bilinç, tarihin ruha ve bedene saldığı tomruğu bulanık suda uzun süre sürüklenip kaybolmasına izin vermez. Babayı öldürerek değil babayı çok yönlü forma uğratarak baş eder mevcut durumdan. En yakın akrabaları ve yakın çevresinde bulunanlara onca yokluk içinde hep maddi yardım yapmış olması da salt onun iyi ve yardımsever özelliği değil tevarüs ettiği geniş baba bilgisinin dışa vurumu sayılmalı.
1987-1992 yılları boyunca görülmemiş bir yoksulluğun içinden geçerken bile hiç umutsuzluğa düşmemişti Sezai Karakoç. Bir öğle vakti ceketinin ceplerini karıştırdı ve narin ve küçük elleriyle elindeki bozuk paraları sayarak masaya koydu. Tekrar saydı. Ceplerini iyice yokladı. Ben ona bakıyordum. Sende ne kadar çıkıyor dedi. Bende de işte o kadar ancak var. Bu kez hepsini baştan yeniden saydı. Şimdi aşağıya inelim. Hanın girişindeki büfeden birer haşlanmış yumurta, birer çeyrek ekmek, yeterse yine birer parça yaz helvası alalım dedi. İndim. Para bunlara ancak yetmişti. Neşe ve afiyetle, haşlanmış yumurta ve yaz helvasını methederek harika bir öğle yemeği yemiş olduk. Fakat bu bir mesele değildi. Bir miktar kitap satıldığında mutlaka bir yere yemeğe götürülürdük. Fakat asıl önemlisi arada bir toplu bir kitap satışı olup da para geldiğinde bir kalem ve kâğıt al demesiydi. Kalemi kâğıdı alırdım. Diyarbakır’daki falan akrabaya şu kadar. Falancaya borcumuz. Şu kadar kira. Şu kadar vergi. Sigorta gideri. Falanı unuttuk. Onun ihtiyacı vardı. Şimdi Büyük Postane’ye gidelim. Bu işleri yapalım. Gittikçe gelir. Gittikçe gelir ferahlığı içinde bulunmasıydı. Tekrar başa dönmekten korkmazdı. Zorluklar direnç ve buluşçuluğun kaynağıydı.
Buluş meselesinde konu zaman zaman mantığın ve gerçekliğin dışına çıkar ama mutlaka sonuçlanırdı. Pek çok buluş anekdotu aktarılabilir fakat en son çıkan haftalık Diriliş Dergisi’nin matbaada (Aykut Edibali, Bayrak Matbaası) basılıp da katlanma (kırılma) sonrasında 16 sayfa formuna kavuşmasından sonraki ortadan zımbalanması gerekiyordu. Matbaa yöneticileri bedelsiz hem kırma hem de zımbalama işini yapmaya talip oldukları halde Karakoç buna yanaşmıyordu. O anda kaç kişi varsak onun tabiriyle ‘Ford zinciri’ oluşturuyor birbirimizin işini tamamlıyorduk. Burada sorun olmuyordu. Asıl mesele zımbalamaktı. Mevcut zımba aletleri derginin boyutuna uymuyordu. Mustafa Kirenci ile Tahtakale’de sormadığımız kırtasiye dükkânı kalmadı. Sonunda birisi bize acımış olmalı. Kaynakla, birleştirme usulüyle bizim buluşumuza uygun bir mekanizma yapmayı başardı. O alet nerededir bilmiyorum fakat matbaat tarihinin en ilginç nesnelerinden biri olduğundan eminim.
Sezai Karakoç’un dışarıdan bakıldığında sıradan ve tekdüze görünen yaşantısı içinde aslında oldukça ilginç yaratıcı rezonans ve dalgalanmalar bulunur. Kendi tertibi ile yayına hazırladığı toplu şiirler ‘Gün Doğmadan’ın ara başlıklarına yazılan notlar bunu gösterir. Şiir sanatı paralelinde onun yılmaz ve arayışçı mizacının yansımalarını araştırmak hayli ilginç sonuçlar getirir. Bu bağlamda, Hızırla Kırk Saat, Tahanın Kitabı, Gül Muştusu gibi baştan amaçlı kitapların sonunda yazılan ‘Ayinler’ ile gelen sürprizlerdir. ‘Tarihin asmalarında kırağı, ceylan gözlerinde şiddet çiği’ mısralarının projeksiyonunda, belki de Karakoç son büyük şiir atılımını Ayinler ile yapar. Teknik yoklayışları, özgür bırakılmış duyuşları, davayı geri planda tutan saf şiir aklıyla Ayinler modern şiirin küllerine Kaknüs’ün uçma iştiyakıyla dokunuşudur sonsuzca.
Sürecek...