Tarhana
Kasaba çarşısında kimseyi tanımıyorlardı artık. Kasaba çarşısında kimse onları tanımıyordu üstelik. Bunda kimsenin suçu yoktu, böyleydi bu.
Erdem… Kırk bir yaşındaydı.
Yatılı okuduğu liseden mezun olalı yirmi üç sene olmuştu. Liseden mezun olduktan sonra yirmi üç yıl ağırlaştırılmış hücre cezası çekmedi lakin yirmi üç çetin harp nasip oldu vaktin sefer seyrinde.
Cahit… Kırk bir yaşındaydı.
Yatılı okuduğu liseden mezun olalı yirmi üç sene olmuştu. Liseden mezun olduktan sonraki beşinci baharda müebbet gurbetlik hükmüyle memur oldu.
Akif… Kırk bir yaşındaydı.
Yatılı okuduğu liseden mezun olalı yirmi üç sene olmuştu. Liseden mezun olduktan sonraki üçüncü zemherinin sonunda terk etmişti babası onları. Başka bir avrat değil. Başka bir at değil. Başka bir silah değil. Tımarhaneye kaldırmışlardı adamı. Orada öldü adam. Tımarhane morgundan, kimsesizler mezarlığına taşındı tabutu.
Erdem, Cahit, Akif… Seneler sonra buluşmak için geldikleri kasabalarında; kasaba lokantasında tarhana, acı biber ve ekmek olan sofradaydılar. Her birinin kaşığında birer damla gazelleri ile âraf yanlarının manzumlarını sofranın üzerine astılar. Kasaba çarşısında kimseyi tanımıyorlardı artık. Kasaba çarşısında kimse onları tanımıyordu üstelik. Bunda kimsenin suçu yoktu, böyleydi bu. Yirmi üç erbain geçmişti.
Her sabah Osmaniye’den İskenderun’a, demir-çelik fabrikasındaki mesaisine giderken istasyonda rastladığı “Zaten sarhoşuz, ayılmak için içiyoruz. Daha çok sarhoş oluyoruz, bunda bir yanlışlık var” diyen meczuba selam vermekten bıkmayan teknisyen Erdem… Ömrünün bu kırk birinci kasımında, kırk bir Nisan evvel bir sandal gibi onu taşıyıp kıyıya bırakarak büyük denize rücu eden annesinin zahirde hiç işitmediği çığlığına batın olup yaslıyordu yanağını.
Her Cuma paşa vardiyası bitimi, işçi servislerinde gofret dağıtan kimya mühendisi Cahit… Ömrünün bu kırk birinci kasımında, yüz yedi bahar evvel cepheye gidip dönmeyen koca dedesinin asker olup son kez çıktığı cümle kapısında gözüyle ve alnıyla şiir yazdığı göğün altına sürüyordu yüzünü.
Her Salı Sultandağı’ndan Konya’ya meyve taşıyan kamyoncunun mutat üzere usanmadan her hafta orada burada bulduğu sakat, hasta, yaralı köpekleri, kedileri, bazen de kuşları bilâbedel muayene eden veteriner Akif… Akif de ömrünün bu kırk birinci kasımında, liseden mezun olduktan sonraki üçüncü zemherinin sonunda tımarhaneye atılan babasının delirmiş ruhuna çarpıyordu kalbini.
Lokantadan çıktılar. Hava kararmıştı. Hayli soğuktu. Gökyüzü açıktı, ay vardı. Akif’in arabasına binip etrafı dağlarla çevrili kasabanın şelalesine gittiler. Ne çok giderlerdi oraya yaz tatillerinde şehirdeki yatılı okuldan kasabaya gelince… Ay ışığında üç gölge düştü şelaleden akan suya. Üç hayat, üç kitap… Erdem etrafa bakarak “Ay, su’yu dağ’a, dağ’ı su’ya şahit tutuyor” dedi. Cahit “Ay dağ’da, su dağ’da; dağ hem celal’i hem cemal’i Rahman’ın…” diye mukabele etti. Akif girdi söze: “Biz gittik dağ kaldı. Biz gittik su aktı. Biz gittik, ay da kaldı. Evet o hep vardı. Ancak buradaki gibi yalnız burada kaldı. Biz gidince, burada bir biz kaldı. Biz gidince buradan bir biz gitti. Burası mı gönderdi bizi, gittiğimiz yer mi çağırdı? Biz gittik, kim geldi?”
Akif derin bir nefes çekip bıraktı tısıldayan burnundan. ‘Misal bu kasabanın en zengini, kardeşini tımarhaneye düşürecek kadar zengini, çok zengini amcamdı’ diyecekti ki, gündüz mezarlığı ziyaret ettiklerinde, amcasının kabir taşına tünemiş kargayı anımsadı. Sustu.