Takma bacaklı Güzide
Etrafına göz gezdirdi dişini sıkarak. Kimseyi göremedi. Kar yağıyordu yine. Gökten yere kapkara ve devasa bir cübbe atılmıştı sanki. Ulumalar artıyordu.Gövdesi uyuşuyor, yorgunluğun da etkisiyle uykusu geliyordu. Sırt üstü düştü. Ağzına burnuna kar doluyordu. Terli gövdesi kaskatı kesilmişti artık. O sırada sert, kalın parmaklı, iri bir el yakasına yapıştı.
1
Annesinin sözünü dinlemediği için, büyük bir pişmanlık kaplamıştı içini. Evinden çok uzaklaşmış, atını korku ve telaşla rastgele sürerek daha önce hiç görmediği, bilmediği yerlere gelmişti.
Birkaç saattir aralıksız yağan kar hafiflemiş fakat hava buz gibi olmuştu. Elleri morarmıştı. Kulaklarını hissetmiyordu. Bacaklarını hareket ettirmekte zorlanıyordu. Dönüp arkasına bakıyordu ara sıra:
- Adamlardan kurtuldum sanırım. Fakat yolu kaybettim. At da çok yoruldu. Biraz daha yüklenirsem çatlayacak.
Ağaçların seyreldiği bir yerde durdu. Hava kararmaya başlamıştı. Kurt ve çakal ulumaları duyuluyordu. Başını kaldırıp ileriye, ötelere baktı. Gümüşten bir yılanı andıran, kıvrılarak akan büyük nehri gördü. Titredi. Umudun ipi sürekli kısalıyordu:
- Nereye geldim Allah’ım? Amu Derya mı bu? Aral yakınlarında mıyım? Ah Mahmud ah! Gördün mü başına geleni?
Çok duymuştu buralarda işlenen cürümleri, zulümleri, kıyımları. Belleri kılıçlı beş adam, sabahtan beri kendini izliyordu nitekim. Çocukları kaçırıp uzak diyarlarda satan köle tüccarı olmalıydı bunlar.
Savaşların, baskınların hiç eksik olmadığı; hırsızların ve haramilerin cirit attığı yerlerdi buralar. Çok duymuştu buralarda işlenen cürümleri, zulümleri, kıyımları. Belleri kılıçlı beş adam, sabahtan beri kendini izliyordu nitekim. Çocukları kaçırıp uzak diyarlarda satan köle tüccarı olmalıydı bunlar. Soluğunu tutup etrafı dinledi. Uğultu içinde yankılanan boğuk sesler... Korkuyla sağına soluna baktı. Belindeki hançeri yokladı. Sesler iyice yaklaşınca atını dehledi. Fakat yorgunluktan ve soğuktan titreyen hayvanın da mecali tükenmişti. Bayıra doğu birkaç adım attıktan sonra, ayağı kaydı. Göz açıp kapayıncaya dek atla birlikte yere yuvarlandı.
- Ah! Allah’ım!..
Yarım yamalak kesilmiş bir ağacın, geniş bir hançer ağzı gibi keskinleşmiş kökünün üstüne düştü. Dayanılmaz bir acı hissetti. Sol bacağı kıpırdamıyordu. Acı bütün gövdesine yayıldı birden, saçları dibinden çekilir gibi oldu. At birkaç adım ötesindeydi. Silkinip ayağa kalkmıştı fakat onun da bir ayağı boşlukta sallanıyordu. Etrafına göz gezdirdi dişini sıkarak. Kimseyi göremedi. Davrandıysa da büyük bir ıstırapla tekrar yıkıldı. Kar yağıyordu yine. Gökten yere kapkara ve devasa bir cübbe atılmıştı sanki. Ulumalar artıyordu. Gövdesi uyuşuyor, yorgunluğun da etkisiyle uykusu geliyordu. Dudaklarını, parmaklarını kıpırdatmakta zorlandığını anlaması bile uzun sürdü. İki saate yakın öyle kaldı. Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu.
- Anam… Öldüğümü duyunca çok üzülecek. En çok o yakıyor içimi. Anam…
- Allah’ım… Canımı böyle al! İncitmeden al Allah’ım!..
Sırt üstü düştü. Ağzına burnuna kar doluyordu. Terli gövdesi kaskatı kesilmişti artık. O sırada sert, kalın parmaklı, iri bir el yakasına yapıştı.
2
Hârizm’e bağlı Zemahşer beldesinin gençleri eve doluşmuştu. Çocuklarını çağırmak için geldiğini söyleyen fakat bir köşede bekleyen kadınların, meraklı genç kızların sayısı da az değildi. Hekim, nihayet hazırlıklarını tamamladı, yamağına ve çocuğun yakınlarına son talimatlarını verdi. Bir sandığın üstündeki büyük bıçakların yanında duran balta, testere gibi nesneleri gören annesi sesini yükselterek ağlamaya başladı:
- Mahmud’um! Nedir bu başımıza gelen? Ah! Talihsiz yavrum benim!
- Dedesi başındaydı. Yalvaran gözlerle hekime bakan babası, oğlunun kollarını sımsıkı tutmuştu. Ona yardım eden bir iki kişi daha vardı. Henüz on iki yaşındaki Mahmud, yarı baygın hâlde yatıyordu.
Nihayet hekim, kızgın bıçağı “Bismillah” deyip çocuğun diz kapağının bir karış üstüne dayadı. Mahmud dişini sıktı. Birkaç dakika sonra bu kez küçük bir baltanın indiğini gören bazı kadınlar dayanamayıp bayıldılar. Yüksekçe yatağın üstü kan ve irinle dolarken o kadar çok bağıran oldu ki çocuğun feryatları onların arasında kayboldu. Hekim, hızlı okunan bir akşam ezanı müddetince uğraştıktan sonra, elinde kesilmiş bir bacakla doğruldu. Yara çarçabuk temizlendi. Merhem sürüldü. Dağlandı. Dikiş vuruldu. Sarıldı. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı.
İki Türkmen, ormanda soğuktan donmak üzere olan çocuğu bulmuş ve ellerinden geleni yaparak onu ölümden döndürmüşlerdi. Kendi köylerine götürüp ısıtmış, karnını doyurmuş, bacağını sarmışlardı. Ardından, bazı sorular sorarak hemen yola koyulmuş, hâlâ ölü gibi görünen çocuğu Zemahşer’deki ailesine teslim etmişlerdi. Onu çok seven dedesi biriyle yetinmemiş, çocuğun bacağını ismini işittiği birçok hekime göstermişti.
Hepsinin dediği aynıydı. Hastalık süratle ilerliyordu. Biraz daha geç kalırlarsa çocuk ölebilirdi. Bacak kesilecekti.
On gün sonra, durumuna kendisi kadar üzülen ve sürekli ağlayan annesine bakarak yemin eder gibi konuştu Mahmud:
- Allah’ın izniyle, bu felakete teslim olmayacağım ana! Ayağımın yerini ağzım ve aklım tutacak. Dizimin ulaşmak istediği yere dilimi koşacağım.
Bu, çok kolay değildi elbette. Bedeni kadar ruhu da incinmişti. Ayağa kalktığında ona acıyla bakanları gördükçe sarsıldı ilkin. Akrabalarının kızları bile ona nasıl davranacaklarını bilemediler. Oyunlarına almadılar. Uzaklaştılar. Teselli etmek isterken bile sözleriyle canını yaktılar. Uzun elbise giyerek yaşamaya karar verdi Mahmud. Kitap okunan, birden fazla dille konuşulabilen, ders halkalarıyla süslenen evinde de herkes ona acıyordu. Ailenin bütün yükünü omuzlayan babası, sevilip sayılan bir imamdı. Gençliğinin baharındaki oğlu için bir takma bacak yaptırdı. Kendini meşgul etmesini istedi. Oturarak çalışabileceği için, bir terzi yanında çalışmayı önerdi.
Kısa bir tartışmanın ardından babasını ikna etti. Medreseye, Hârizm’e gönderildi. İncinen cevher, kıymetini bilecek ve yarasını saracak eller aramaya koyuldu.
- Ben okuyacak, ilim tahsil edeceğim baba! Kalbimin ve aklımın kötürümleşmesine asla izin vermeyeceğim.
Birkaç ay sonra, kısa bir tartışmanın ardından babasını ikna etti. Medreseye, Hârizm’e gönderildi. İncinen cevher, kıymetini bilecek ve yarasını saracak eller aramaya koyuldu böylece. Coğrafyanın ve zorlu şartların önüne çıkardığı kalın surlara, kapkara zindanlara diklenmekle yetinmedi. Gövdesini eksilten, hareketlerini sınırlayan topallığını aşmak için acıyı bal eyledi, yalnızlığı ve mücadeleyi bir ilim hâline getirdi, azmi ve coşkusuyla herkese parmak ısırttı. Fakat olumsuzluklar da yakasını bırakmaya niyetli değildi. Dedesini kaybetti önce. Hasret ve zorluk çekerek Hârizm’de okumak için çırpınırken, babasının zindana atıldığını öğrendi:
- Hamuruma, bir hüzün ve çile dikeni koymuşlar benim.
Yokluk ve efkâr içinde birbirini kovalayan bu yıllarda genç Mahmud; tıp, dil ve belagat sahasında önemli hocalardan ders aldı. Üstün zekâsı ve gösterdiği başarı sayesinde, hocası el-Dabbî’den maddi ve manevi destek gördü. Artırdığını, ailesine gönderdi. Zemahşer’den gelen mücevher, yavaş yavaş işlenmeye, ışıldamaya başlamıştı. Hocaları onu daha büyük bir şehre, çok sayıda medresenin ve âlimin bulunduğu Buhara’ya gönderdiler. Tahsiline burada devam etti. Yirmi bir yaşında, yeni bir takma bacak yaptırdı kendisine.
- Anasına verdiği sözü tutmuş, babasının yaptırdığı takma bacağın hakkını fazlasıyla vermişti. Onu gıptayla izleyen arkadaşları, bir gün, mescidin bir köşesinde hıçkırdığını görüp yanına koştular.
- Ne oldu Mahmud? Neyin var kardeşim?
Ağlamaktan konuşamıyor, kimsenin yüzüne bakamıyordu. Nihayet derin bir nefes alıp peş peşe birkaç cümle kurdu:
- Diğer bacağımı da kaybettim. Evimin… Evimin direği çöktü. Belim genç yaşta büküldü.
- Söyle, ne oldu kardeşim?
- Babam… Yıllardır zindanda tuttukları babam, ölmüş.
Kendini toparladıktan ve bir süre köyünde kaldıktan sonra, Müslüman Şark’ın en büyük şehri olan Bağdat’a gitti. Çeşitli hocalardan edebî ilimler, nahiv, hadis ve fıkıh dersleri aldı. Bazı hocaları ve arkadaşları onu evlendirmek istediler. Fakat o bundan kaçındı. Ölünceye dek hiç evlenmedi. Istırap içinde geçen günlere rağmen, bitip tükenmez bir ilim iştiyakıyla diyar diyar dolaşan Zemahşerî, 1118’de şiddetli bir hastalık geçirdi. Bu sırada bir rüya gördü. Daha önceleri, biraz da fark edilme isteğiyle, birkaç devlet adamı için şiir yazmıştı.
- O şiirlerin, o medhiyelerin kendisini boğduğunu hissetti. Bir daha böyle şeyler yazmayacağına, kim olursa olsun idarecilerden ihsan ve makam talep etmeyeceğine dair and içti. Kanaatkâr ve mütevazı bir insan olarak yaşadı.
3
Kırk beşini geçtikten sonra Mekke’ye gitti. Şehrin emîri tarafından karşılandı. Arap yarımadasını dolaştı. Çeşitli kabilelere misafir oldu. “Dillerin sultanı” dediği Arapçanın incelikleri ve farklı lehçeleri hakkında geniş bilgi edindi. İki yıl sonra tekrar Hârizm’e döndü. Okumayı ve yazmayı sürdürdü. Yıllar, olgunluk yaşlarına yaraşır bir ciddiyet ve sabırla akıp gitti üzerinden.
On yıl sonra yeniden yollardaydı. Şam’da birkaç yıl kaldıktan sonra Mekke’ye vardı. İlgi ve sevgiyle karşılandı. Bir gün bir sohbet esnasında, onun birikimine ve hafızasına hayranlık duyan bazı âlimler, tefsir yazması için teşvik ve ısrar ettiler. Misafir gibi görülmüyordu artık. Kâbe’ye yakın bir evde oturduğu için “Cârullah” diyorlardı ona. Bir gün, kan ter içinde, Kâbe yakınlarındaki Ebû Kubeys tepesine çıktı. Ailesini, başına gelenleri düşündü. İçi ezildi. Ağladı. Yanına bir adam geldi o sırada. Adam üzülmek bir tarafa, gülerek izliyordu onu. Tepesine dikilip konuşmaya, sorular sormaya başladı sonra:
- Hey ağlak topal! Dilini mi yuttun?
Ayağa kalktı o zaman. Takma bacağını fırlattı. Küçük bir çocuk gibi hıçkırıklar içinde bağırdı:
- Anama verdiğim sözü tuttum. Dizimi yola koştum, dilime bir hazine koydum.
Yanına gelen adam, sırıtmayı kesti. Korktu. Zemahşerî bir çırpıda onun kolundan tuttu, yine bağırdı:
- Ey Araplar! Gelin de atalarınızın dilini bu topaldan öğrenin!
Farsçaya hâkimiyeti de gıpta edilecek düzeydeydi. O yüzdendir ki tutuşturduğu kandil hiç sönmedi.
Koşarak, yuvarlanarak, toz toprak içinde çırpınarak evine vardı. Oturup hemen yazmaya başladı. İki yıl içinde, alanının zirvelerinden sayılan meşhur tefsirini bitirdi. Sadece talebe ve müderrislerin değil, büyük âlimlerin bile El-Keşşaf’ı okumak ve çoğaltmak için birbiriyle yarıştığı günlerde tekrar yollara düştü.
İlme adanmış bir ömürdü onunki. Arkasında elliden fazla eser bıraktı, onlarca ders halkasında yüzlerce talebe yetiştirdi, “asrının imamı” olarak nitelendirildi. Arapça yazdı fakat Türkçe ve Farsçaya hâkimiyeti de gıpta edilecek düzeydeydi. O yüzdendir ki tutuşturduğu kandil hiç sönmedi.
4
Arife günüydü. Hârizm’de herkes bayrama hazırlanıyordu. İki Türkmen, ağaçların azaldığı ve az ötede, nehrin gümüşten bir yılan gibi kıvrılarak aktığı bir yerde durdular. Ellerini kılıçlarına götürdüler. Beş adım ötede bir at vardı. Hava iyice kararmıştı. Yaklaşınca atın yanında, hafif meyilli bir yerde sırt üstü yatan bir adam gördüler. Seslendiler fakat cevap veren olmadı. Sert, kalın parmaklı, iri bir el, eğilip adamın yakasına yapıştı. Göğsünde bir kitap görünce geri çekildi. Bu kez diğeri eğilip bakmak istedi fakat bir şeye takıldı: Takma bir bacak.
Yatsı ezanı okunurken köye girdiler. Biri atları çekiyor, diğeri elinde mübarek bir nesne gibi tuttuğu tahta bacağı yaşarmış gözlerle öpüyor, ikide bir “Cârullah gitti.” diyordu.