Susturulamayan bir kültürün sesi: Sebilci Hüseyin Efendi

Susturulamayan bir kültürün sesi: Sebilci Hüseyin Efendi.
Susturulamayan bir kültürün sesi: Sebilci Hüseyin Efendi.

Sebilci, hafız, kasidehan, gazelhan, hanende, besteci, mevlidhan, mersiyehan ve öğretmen… Hüseyin Efendi, henüz dokuz – on yaşlarındayken, abisi Mazhar ile, Muharrem aylarında kaside okuyup su dağıttığı için kendisine ‘Sebilci’ lakabı verildi. Daha sonra ‘Okurlar’ soyadını alsa bile bu soyadını hiç kullanmadı. O, Muharrem ayında Kerbela’da şehid edilen Hz. Hüseyin ve yanındakilerin büyük anısına hürmeten, acı çeken kalplere serinlik ve ferahlık olsun diye su dağıttığı için kendisine verilen ‘Sebilci’ lakabını kullanmayı tercih etti. Bu yüzden birden çok kere büyük.

Devrindeki diğer sanatçıların eğitimlerine nazaran daha orta düzeyde bir eğitim görmesine rağmen hafızalarda yeteneğini terbiye edebilen; ‘kendini kendi yetiştirmiş’ bir büyük hikâye olarak yerini aldı. Namelerden annenin çocuğunun, bahçıvanın bitkilerin dilinden anladığı gibi anlıyordu. Sesinin oktavından ziyade, Kendini nasıl yetiştirdiğini Pir Sultan Abdal’ın Güzel Aşık Cevrimizi Çekemezsin şiirini nihavend ilahi makamında bestelemesinden anlamak mümkün.

Mevlithanlığı ile bulunduğu her mecliste takdir toplayan, insanları gözyaşlarına boğan Sebilci, yüreğindeki Ehl-i Beyt aşkından da dolayı, Kerbela mersiyeleriyle de insanlara dokunuyordu. Ehl-i beyt şehitleri için okuduğu eserlerle beraber, cenazeler için de mersiye söylüyordu. Bunun en acı örneklerinden biri, ilk Türk hava şehitlerimiz için okuduğu Ağla annem, ağlamanın yeridir. Tayyareden düşen oğul Fethi’dir mısraları ile biten ağıttı. Müzik tarihimiz için önemli olan bu parça, Hava Şehitleri Mersiyesi olarak plak haline gelmiş önemli bir kayıt aynı zamanda.

Birinci Dünya Savaşı’nda Mevlevi olan Sultan Reşad’ın isteğiyle kurulan Mücâhidin-i Mevleviye alayına katılarak Şam’a gitti. Burada Sebilci’nin başından geçen bir hadiseyi Safer Dal, şöyle aktarmıştı: “Bir gün Mevlevi gönüllü taburuyla Şam’da fasıl yapıyoruz diyor. On param yok, meteliksizim. O fasıl esnasında buyurun dediler bir gazel. Başladım gazel okumaya. Tam gazelin meyanına geldim, enseme bir tokat geldi, sustum kaldım. Ağlıyorum zaten. Meğer kumandan öyle bir vecde gelmiş ki bunun ensesine tokat vurmuş; bir de avcuna bir avuç para koymuş. Ağlamayı unuttum, diyor. Hadi devam yine meyandan, demiş.”

1925 yılında tekkeler kapatılana kadar ifa ettiği 6 zâkirlik vazifesinden sonra hanendelik de yaptı. Çeşitli meclislerde müzik icra etti. Sesinin gücü ve rengi yalnızca mevlitlerle, mersiyelerle de sınırlı kalmadı. Birçok eser, şiir de seslendirdi. Filmler için şarkılar da okudu. 1950’li yıllarda, Ömer Lütfi Akad’ın Çalsın Sazlar, Oynasın Kızlar filmi için seslendirdiği O güzel gözlerinin cazibesi beni billah yakıyor gazeli, ve yine 1960’lı yıllarda çekilen Boş Beşik filminde seslendirdiği Ey benim ciğerpâre yavrumu alan gazeli, filmlerde söylediği şarkıların bazılarına iyi birer örnekti.

Demokrat Parti iktidara gelince, Hüseyin Efendi için de işler değişti. Bu dönemde eski kültür ve eski musikiyi canlandırmak yeniden gündeme geldi. Türkiye’nin farklı camilerinde, mevlit okuma adeti ‘moda’ oldu; mevlitlerin aranan seslerinden biri de Sebilci oldu. Bir sürü unvana sahip; ama her şeyden önce ‘Sebilci’yle anılan, sesiyle aşk ateşinde yananların yüreğine su serpen bir derya… Bir peygamber aşığı, bir kültür ‘sebil’i. Taşıyıcı. Çok fazla ses ve sesinden de fazlası… Onu sözleri Pir Sultan Abdal’a, bestesi kendisine ait ‘o’ eseriyle yad edelim: Güzel aşık cevrimizi / Çekemezsin demedim mi / Bu bir rıza lokmasıdır / Yiyemezsin demedim mi…