Şuraya da Mozart'a kızmış bir Salieri çizelim
Salieri’nin tek şanssızlığı, Mozart gibi bir deha ile aynı dönemde yaşamış olmasıydı. Kendisi Avusturya İmparatoru II. Joseph’in baş bestecisi, başarılı bir saray müzisyeni idi. Onunla düetler çaldı. Yanlış okuduğu notaları düzeltti. Çok çalıştı. Gecesini gündüzüne kattı. Herkes onu sevmişti. Viyana’da, müzisyenler şehrinde, bir saygınlığı, otoritesi vardı. “Ben de kendimi severdim.” diye devam ediyor Salieri. Ta ki, o gelinceye kadar. Her şey bir anda değişmişti. Salieri’nin önce kendisini sonra da Tanrı’yı inkârı böylelikle başlamış oluyordu.
“Gözünü kin bürümüş, ezilip toza belenmiş Can çekişen bir yılan - kim diyebilir bunları Mağrur ve hür ruhlu Salieri’ye? Hiç kimse!..
Başrollerini Murray Abraham ve Tom Hulce’nin paylaştığı Miloş Forman’ın ünlü yapıtı Amadeus’da (1984); Antonio Salieri’den, kendisini yok ediş hikayesini dinliyoruz.
Gel gör ben söylüyorum şimdi Nasıl kıskanıyorum, nasıl. Tanrım! Nerede adalet, eğer kutsal yetenek, Ölümsüz deha, bunca didinmeyi, köleliği Mükafatlandırmıyorsa - tam tersine Uçarı bir serserinin beyninde yeşeriyorsa Sorarım nerde adalet? Ah Mozart. Mozart!”
Bu kısa tirat Tomris Uyar’ın çevirisiyle Mozart ve Salieri’den. Aleksandr Puşkin’in kaleminden bir tragedya.
Salieri’nin dramı…
İnsan kendi kibrinin esiridir. Aslına bakarsanız bu bir hastalık. İnsanı; başkasının inkarından yaratıcısının inkarına kadar götürebilecek bir hastalık. Kibrin boyutlarına bağlı. Misal; kibri, Salieri’yi Tanrı’sına düşman etmişti. Salieri’nin Tanrı’sına olan düşmanlığı, kibrin başka bir halinden doğmuştu. Onu inkara götüren; kibrin“kendisini mükafata layık bulma” hali idi. “Ama neden? Neden Tanrı onun gibi edepsiz bir çocuğu kendisini bir ses olarak seçsindi. Tanrı neyin peşindeydi acaba!”
Bundan sonra seninle düşmanız. Sen ve ben. Çünkü kendine ses olarak şımarık birini seçtin. Ve bana da yalnızca onun varlığını tanıma yeteneği verdin.
Başrollerini Murray Abraham ve Tom Hulce’nin paylaştığı Miloş Forman’ın ünlü yapıtı Amadeus’da (1984); Antonio Salieri’den, kendisini yok ediş hikayesini dinliyoruz.
Salieri’nin tek şanssızlığı, Mozart gibi bir deha ile aynı dönemde yaşamış olmasıydı. Kendisi Avusturya İmparatoru II. Joseph’in baş bestecisi, başarılı bir saray müzisyeni idi. Onunla düetler çaldı. Yanlış okuduğu notaları düzeltti. Çok çalıştı. Gecesini gündüzüne kattı. Herkes onu sevmişti. Viyana’da, müzisyenler şehrinde, bir saygınlığı, otoritesi vardı. “Ben de kendimi severdim.” diye devam ediyor Salieri. Ta ki, o gelinceye kadar. Her şey bir anda değişmişti. Salieri’nin önce kendisini sonra da Tanrı’yı inkârı böylelikle başlamış oluyordu.
Bu bir hastalık derken ironi yapmamıştım. Gerçekten de öyle. Kayıtlara “Salieri sendromu / Salieri kompleksi” olarak geçmiş. Bir tükenişi ifade eder. Hem de Salieri’yi dahi akıl hastanesine düşüren bir tükenişi.
Bir kibrit kutusundan küçüktür insan, kibrinin yanında. Peki; sıradanı, özü, sadeyi delmek nerede başlıyor?
Basit ve sade kalmak çok az insana nasip. Sıradan olmayan müzikler dinleyip sıradan olmayan arabalara biniyoruz. Çok sıra dışı mekânlarda kahvaltılar edip, sıra dışı eğlenceler yaşıyoruz. Bu hayatı yaşıyoruz be kardeşim! Sıradan olan her şeyden nefret ettiğimiz gibi, sıradan olan insan da sevmiyoruz biz. Sıradan olmayan yönlerimizi yarıştırıyoruz dur durak bilmeksizin. Sadenin güzelliğini sıradan buluyoruz çünkü. Fanilik bunun adı. Kibrin yalın hâli…
- “Bir çocuğun elinden şekerlemesini alırsanız, o hırsından geriye kalanları da fırlatır” diyor Akira Kurosawa. Salieri de faniydi ve kibrin en görünmez hâlindeydi. Hırsı ve kibri onun gözünü karartmış sonrasında da sonunu hazırlamıştı.
Salieri, maddi sıkıntılar çeken Mozart’a gelip ölü bir adamın arkasından bir müzik yapmasını ve bunun karşılığı olarak da ona çokça altın vereceğini vadetmişti. Fakat önce ölü adayını bulmalıydı ve sonra da ölümünü sağlamalıydı. Bu kişi yine ürpertici bir biçimde aynı kişiydi.
“Mozart. Onun cenazesi. Düşünsenize bir katedral. Bütün Viyana orada. Tabutu orada duruyor. Ve bir müzik. İlahi bir müzik. Wolfgang Amadeus Mozart için en yakın arkadaşı tarafından bestelenmiş… Antonia Salieri.”
Hırs ve kibir. Ona verilenden fazlasını isteme ve buna da ancak kendini layık görme. Yok olmadan bir önceki adım; olduğumuzdan fazlasını gösterme. “Kibrin yalın hali” hırs ile birleşince boyut atlıyor. Sıradanı, özü, sadeyi delmek de burada başlıyor. Gösteriş burada şahlanıyor. Sonrası uçurum. Kimse olduğuna razı değil. Nefret ediyoruz dedim ya. Korkuyoruz da aynı zamanda. Sıradan gözükmekten ve sıradan olmaktan. Alelade biri gibi durmaktan. Sıradan olmayalım derken sadeliği de ıskalıyoruz bu arada. Ne şimdi kendinsin, ne de bir başkası. Bir yol tutturmuşsun kendine incecik bir camdan yapılı. Özenle dizayn ettin. Uğraştın değil mi? Ne eksikse doldurdun istibdadından fazlasını. Hani bir kaza olsa, kaza olsa da kırılsa hani. Amma da vasıfsız kalacaksın, öyle değil mi? Şimdi kaygıların ve çıplak sen, yarattığından geri kalan.
Sade olanın güzellik kaygısı yoktur halbuki. Bu yüzden güzeldir. Naif ve ince, kendidir.
Salieri tüm şekerlemeleri fırlattı elinden. Elinde olanı da yitirdi. İstibdadına kanaat etmedi. Kibri ve hırsı onu yendi.
Aslında iyi de bir pazarlık yaptığını düşünüyordu Tanrı’sı ile. Çok şey istememişti:
“Tanrım beni dünyaca ünlü biri, büyük bir besteci yap, beni ölümsüz kıl. İnsanlar ölümümden sonra dahi bestelerimi dinleyip beni saygıyla ansınlar. Karşılığında sana bütün saflığımı vereceğim. Bütün gayretimi en derin tevâzumu vereceğim. Hayatımın her anında.”
Eğer dünyanın en iyi bestecisi ve müzisyeni olsa idi Salieri, gerçekten de derin tevazu sahibi, çalışkan iyi niyetli ve saf birisi olmayı başarabilir miydi? Senin gibi yani. Tevazu sahibisin, çalışkan iyi niyetlisin. Dünya kazanımlarının adaletsiz dağılımı da canını sıkıyor hâliyle. Hâlbuki sen hak etmiştin çünkü öyle değil mi? Ne yapacaksın şimdi?
İstibdadından veya var olanından fazlasını tevazu ile göstermek pek mümkün değildir. Sen de terk edeceksin yani tevâzunu, basitliği ve sadeliği. Bu da bir tür pazarlık değil midir?
Salieri biziz galiba...