Bu merak ve bilgiler dolayısıyla belli çevrelere mensup edebiyatçılar ve dergiler, vefatından sonra Nazım'ın şiiri ve yaşamında keyfi tahliller yaparak, bu tesire açık hâli korumak, tesiri sürdürmek ve böylece onu kendilerince yaban ellerden kurtarmak, yerli eleştiriden korumak istiyorlar. Nazım'ın yapamadığını yapmak amacıyla ortaya çıkan yaklaşımların dönemin atmosferini, duygusal sıcaklığını muhafaza etmesi konuyu istismara açık tutuyor. İki durumun yerine göre birbirinin reddi veya devamı olduğu gerçeğinin şartlara göre propagandaya açık olması, öncelikle sağlıklı bir özeleştirinin imkânlarıyla barışık kalamayacağı için bu konuda sonuç almak mümkün gözükmüyor. Buna ve başka değerlendirmelerimize rağmen durumun bütünüyle ideolojik olduğunu söylemiyoruz. İdeolojik olan insani gerekçelere öncelikle yaslanmak isteyecektir çünkü. Temel tezimiz Nazım'ın sanat ve dünya görüşünde tesire olabildiğince açık olduğu gerçeği üzerinedir. Bu tesirin ağırlığını makûl bir te'vil ile düşürmek mümkün olduğu hâlde bilgi kaçırarak, yorum üstünlüğü ve propagandaya öncelik vererek yol alınmak isteniyor.
Türk milletinin şu veya bu sebeple öz evladı için gitti, gitmese iyi olacaktı şeklinde söylendiği, gönlünü dile getirdiği, gönül kıvamına konunun taşınması esas. Köksüz partizan tutumların ve ikircikli çevrelerin ideolojik bakışının propaganda üstünlüğü dolayısıyla edebiyat tarihinin söz hakkı alamadığını söylemeliyiz. Edebiyat tarihinin tespit ve değerlendirme yapamadığı durumlarda şairin hata yapmış olma ihtimâli elinden alınmış olur. Bu ise putlaştırma anlamına gelir. Çelişkinin diğer bir tarafı fikrin, fikir adamının yeniden değerlendirilme gerçeğini kabul eden bu çevrelerin te'vil ve eleştiriye daha açık olan şair kimliği karşısında bundan kaçınmalarıdır. Nazım Hikmet'in Süleymaniye Camii'ne maddi unsurlar ve hendesi cephelerden bakışını, bu bakışı şekillendiren ifade biçimini ve neticede Süleymaniye'nin uhdesinde bulundurduğu değerlerden soyutlanmasını görmeyerek esas mesele gözlerden kaçırılmış oluyor.
Doğan Hızlan'ın Süleymaniye Camii'nin restorasyon sonrası açılışı sebebiyle yazdığı yazılar (16- 17.11.2010 Hürriyet) buna örnektir: Doğan Hızlan "Yahya Kemal tarihi ve dünü Süleymaniye'de simgeleştiriyordu." cümlesiyle şiirin yazılış tarihi ve aşağıda değineceğimiz noktaları dışarıda bırakarak Zeyl ve Yahya Kemal'in şiiri arasındaki esas farklılığı dışarıda tutuyor. Devamında "Nâzım Hikmet, dünün büyük abidesinden yarını görüyordu" Onun için Süleymaniye, bir bileşimdir, yalnızca bir cami olarak kısıtlı bir algılama yerine, onu cami ve aynı zamanda Türk halk dehası olarak nitelendiriyor." cümlesini "Bu yorumu, şairin yaklaşımını, geniş açı bir yorum biçiminde değerlendirmeliyiz." ifadesiyle destekliyor. Burada eleştiriye açık noktaların farkında olduğu için "geniş açı bir yorum biçiminde değerlendirme" yapılmasını kuşatıcı bir çözüm olarak görüyor. Bunun yanında Zeyl'in ikinci kısmında yer alan aşağıdaki diyaloğu, Süleymaniye'nin konu olduğu birinci kısımla ilişkilendirerek maddi bir hataya düşüyor:
"Şair, Ahmed'e ne diyor?"
"Sen Bedreddin hareketinden biraz da milli bir gurur duyuyorsun."
Doğan Hızlan "Daha sonraki satırlarda alıntılar yaparak, ‘milli şuur duygusuna yabancı olmadığını' belirtiyor." diye ekliyor fakat bu alıntıların Lenin ve Ruslar üzerine olduğundan bahsetmiyor. Hâlbuki orada Ahmed'in Lenin'den yaptığı uzun iktibas ve bu iktibasın isabet ve detayları karşısında şaşkınlıkların gizlenmediği okunacaktır. Milli Gurur ve Milli Şuura örnek gösterilen Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal oradadır. Ve Nazım'ın "Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım demiştim." cümlesi de oradadır. Şairin, Bedreddin "iğtişaş"ını kimlerin hangi sanat alanlarında köpürtebileceğine dair verdiği detaylar da... Doğan Hızlan'ın iki bölümden yaptığı bu alıntılar gerçeği yansıtmıyor. Milli gurur bahsinin Süleymaniye Camii ile alakası yok. Lenin, Ruslar, materyalizm, Şeyh Bedreddin "iğtişaş"ı ve devamına yönelik gerekçeler ve sair ayrıntılarda milli şuur aramaksa komiktir. Bütün bu gözden kaçırmaların maksadının okuyucuyu doğru yorumlarla bilgilendirmek olmadığı ortada. Oysa milli gurur bahsinde saydığımız başlıkların eksiksiz aktarılmasının Nazım'ın doğru anlaşılmasına önemli katkıları olacaktır.
Doğan Hızlan, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet karşılaştırması yapıyor Süleymaniye üzerinden: "Yahya Kemal Beyatlı, tarihi perspektiften, ağırlıklı olarak dinî ama kahramanlık serüvenimizi de Süleymaniye'nin içinde tasvir ediyor. Oysa Nâzım Hikmet, cami hüviyetini de ortaya koyarken, fanatik bir anlayışı eleştirerek onun millî yanını da anlatıyor." Doğan Hızlan'ın "fanatik olan" dediği ve eleştirilmesini haklı bulduğu yerde, beş vakit ezan, namaz gibi İslam'ın rükünleri vardır. Süleymaniye, yapılan ibadetlere ve Müslümanlara rağmen cami olamamıştır, Müslümanlar da ibadetleri de Süleymaniye'yi cami yapmakta kifayetsiz kalmıştır, dolayısıyla ulu mabed cami değildir demiştir Nazım. Doğan Hızlan bunları "fanatik" bir kılıfla açıklar. Sözün özü Nazım'ın daha kapsayıcı olduğunu söylemek insafsız ve köksüz bir değerlendirmedir. Belki de yukarıda ayrıntısını verdiğimiz noktalarda Zeyl'e dair hatalı aktarımlar yapan Hızlan'ın beraberinde doğru sonuçlara ulaşması zordur.
"Minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur." ifadelerinde Süleymaniye'nin cami hüviyetinin Nazım'ın ilk şiirleri doğrultusunda sürdüğünü görmek imkânsız. Doğan Hızlan ise "Fanatik bir anlayışı eleştirerek onun millî yanını da anlatıyor." ifadesiyle yıllar sonra bile Nazım'la aynı perspektifi koruyor, hatta daha ileri gidiyor. İslam dinine ait olanın "fanatik", İslam dinine ait olmayanın "milli" olabildiği anlamında şeyler söylemek her şeyi birbirine karıştırmaktır. Zeyl'de rüzgâra, havaya ve suya bakarak söylenenleri diğerleri de aynı minval üzere rüzgâra, havaya ve suya bakarak takip ediyor, gündeme alıyor, gözden kaçırıyor. Nazım'ın konuya bu kadar uzak ve hatta yakışıksız ifadelerle giriş yapması, "beş vakit ezan, namaz, cami, minare, secde" gibi kavramların Süleymaniye'yi cami kılmakta yetersiz olduğunu iddia etmesi, Türk milletinin değerlerine bakışın somut ifadeleri. Fyodor Dostoyevski bile Ayasofya ve İstanbul konusunda bu kadar rahat değil. Tedbirli, mantıklı ve gerçekçidir.
Fyodor Dostoyevski'nin Ayasofya için: "Fetih hakkı olmasına, yapılan minarelerine ve minarelerinde yüzyıllardan beri okunan beş vakit ezana; hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Ayasofya'nın camilikle o kadar alakası yoktur." dediğini farz edelim. Bir dakika, farz-ı muhal dememize gerek yok aslında. Sadece girişte Dostoyevski'nin günlüklerinden yaptığımız alıntıyı bazı değişikliklerle okuduk. Dostoyevski, bu büyük romancı Ayasofya'nın cami olmadığını söylemiyor. Bunu kabul ediyor. Buna ve ibadet rükünlerine dair de bir şey demiyor. Ayasofya'nın artık cami olmamasını istiyor; minarelerin yıkılıp, tepesine er ya da geç "haç" dikilmesi gerektiğini söylüyor. Bunun yanında Çar'ın da "Halife" olabileceğini ekliyor. Nazım Hikmet ise yüksek hakikate ermiş bir edaya bürünerek Süleymaniye Camii'ne bakışında Türk milletine bir reddi miras teklif ediyor. Şu hâlde Nazım'ın payına Dostoyevski'nin bir cüz'ü olmak bile düşmeyebilir.
Süleymaniye Camii'nin gerçeği, hakikat ile kurulu ve yapılıdır. Muazzam, ulvi ve ulu bağlardır. "Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, "Çarşambayı sel aldı" türküsü, bir yağlığın kenarındaki "oya", bütün bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa..." ifadeleri ve Zeyl'deki sözcükler toplamı nereye bağlanacak diye merak ederken şairin kaleminin rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulup Süleymaniye'nin cami olmadığını iddia edecek kadar uzaklaşabileceği düşünülebilir miydi? Okuyucu sözün nereye bağlanacağı konusunda enteresan örneklerle oradan oraya koştururken aniden "Bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir." ifadesiyle karşılaşır. Bu örneklerin uyumsuzluğu mantık zafiyetini işaret eder. Fakat okuyucu bunu yakıştırmak istemez. Bütün bunları söylerken başka bir şey söylediğini düşünmek ister. Zira propaganda dün de bugün de o yöndedir. "Çünkü Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı" şiirini okuyucunun vicdanına bırakmak istememiştir Nazım. Zeyl'i bu şiirin okuma kılavuzu yapmıştır. Şiirin hangi amaca dönük olduğunu bir okuma kılavuzu olarak kitabın sonunda temsil etsin istemiştir. İlk bakışta mantıksız gelen örneklerin ne kadar da maksatlı olduğu anlaşılır bu şekilde. Şiir bu düzyazılarla ovaya inmekten kurtarılmıştır. Artık olan olmuştur. Ve artık okunması gereken de okunmuştur.
Dostoyevski rüzgâra, denize, taş köprülere; çeşitli folklor unsurlarına, şuraya veya buraya el atmıyor; bahanelerin ve tuhaf örneklerin peşine düşmüyor. Sadece gerçekçi bir eda ile kendi hakikatinin peşinde hak iddia ediyor. Rus değerlerini budama yolunu tercih edip "Ayasofya'yı unutun" demiyor kendi halkına. Hilalin olduğu yerde haçın olması gerektiğini söylüyor. Kendi cephesinde duruyor. Olduğu ve olması gerektiği yeri terk etmiyor. Olması gerekeni akan suya ve uçan havaya bakmadan söylerken halkından fire beklemediğini sorularla pekiştiriyor: "Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır." Evet, akan suya ve uçan havaya bakmadan hedefine odaklanmış olarak nasıl da en önde olmanın coşkusunu milletine fert fert yetiştiriyor. "...hangi Rus istemez?" diyerek kesin cevap veriyor ve her şeyden emin olduğunu sezdiriyor. Evet bunun için "Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife." diye kestirip atıyor tabiri caizse.
İzmir'de cami hoparlörlerinden "Çav Bella" çalınmasıyla ilgili gündemin ortasında Nazım Hikmet'in Zeyl'i de bir bakıma bizim aradığımız son nokta oldu. Zeyl "Türk halk dehası, Sinan'ın Süleymaniye'si, Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedi, Türk emekçisinin yaratıcılığı, Türk halk hareketi" gibi ifadelerle Süleymaniye'yi İslam'ın ulu mabedi olmanın dışına itmeye çalışırken N. Hikmet'in bahsettiği "nokta" Zeyl'in ikinci bölümünde detaylı olarak karşımıza çıkar. Süleymaniye Camii bahsinin akabinde Ahmed'le yapılan bir konuşma vardır. Bu konuşma Zeyl'e vücut veren o nokta olur. Ahmed'in konuşması Lenin ve Ruslar üzerinedir. Ahmed, Lenin'e yoldaş olarak aradığını Şeyh Bedreddin ve müritlerinde bulmuş olmalı ki Nazım'a "Senden bir ‘Bedreddin Destanı' isteriz" demiştir. Nazım da konuya bir vasiyet havası kazandırır: "Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmaya çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyleyenler, benden istenen sizden de istenendir." diyerek "roman, şiir, tablo" türü çalışmalarla Lenin'e yoldaşlık daveti yapar.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım