Şu dağın ardında siyah duman var ya da güneş, güneş

Şu dağın ardında siyah duman var ya da güneş, güneş.
Şu dağın ardında siyah duman var ya da güneş, güneş.

Safiye Ayla dağ kadar sert, siyah duman denli bürüyücü şartların çocuğudur. Onu ayakta tutan ise ses zekâsıdır. Bu zekâ duru bir konuşma yeteneği kadar gırtlaktan çıkan sesin uzay bulutuyla birleşir. Safiye Ayla’nın sesi sonsuzluk iştiyakını çağrıştırır.

Safiye Ayla’nın doğuşu sesten sese geçen bir maceradır. Türkiye’nin şarktan garba ses ile yönelişinin izleriyle doludur. Osmanlı toplumu, vaktiyle İstanbul ve Kahire gibi büyük merkezlerde ses de biriktirir; Türkçe, Arapça, Kürtçe, Rumca, Ermenice başta olmak üzere yaşayan her dille hayat da kurar buralarda. Ses, kendi köpürüşünü müzik ve şiirle açığa vurur. Şiir; yüksek ve süzülmüş bir sanat olarak saraydan halk âşığına kadar perde perde iner. Aynı şey müzik için de geçerlidir. Ağıt kadar meyhane havası, en klasik olandan en eğlenceye ayarlanmışına değin müzik, akışkan bir canlılıktır Osmanlı’da. Fakat ses, günlük akışın dışında bir varoluş neşvesi kazandıkça şiire ve müziğe durur. Karlofça Antlaşması’ndan beridir de ne yazık ki sesin acısı artar. Ayrılıklar ve büyük, geri dönüşsüz kopmalar çoğalır. Hangi sebeple İstanbul’a geldikleri önemli değildir Safiye Ayla’nın anne ve babasının Mısır’dan İstanbul’a veya başka bir Arapça konuşulan bölgeden; önemli olan, Ayla’nın ilkin babasını sonra da annesini kaybedip dadısıyla bir başına kalakalmasıdır. Bu “yanıklık” ve “yetimlik” olarak titreşecektir hep onun sesinde. Hatta şöyle denilebilir, Türkçe’mde yetimlik en çok onun sesinde belirir. Cumhuriyet de Osmanlı’nın dolaylı yetimi değil midir?

Verildiği Yetimler Yurdu’ndan da çıkışı yine buraya bağlanacaktır, yani sese. Fakat insan sesinin piyanoya evrilmesi ve başlangıçta onun çok iyi piyano çalıyor olması sesten sese akışla ilgili olmalıdır. Batı ile Doğu arasında sıkışmanın hatta. Klasik müziğin yasaklı olduğu dönemde Batı kaynaklı ilk eğitimden geçmesi ve sonra da klasik müziğimizde temayüz etmesi çarpıcıdır. Piyanoda ilerleseydi nasıl bir tabloyla karşılaşacağımız muamma fakat daha başta Mustafa Sunar’ın yönetimindeki bir musiki cemiyetine gitmesi ve orada Şu dağın ardında siyah bir duman var şarkısı ile belirmesi sembolik açıdan değerlidir. O dağ ve siyah duman toplumsal gerçekliğin dönemin şartları içinde dönüp durmasına da karşılık düşer adeta. Safiye Ayla dağ kadar sert, siyah duman denli bürüyücü şartların çocuğudur. Onu ayakta tutan ise ses zekâsıdır. Bu zekâ duru bir konuşma yeteneği kadar gırtlaktan çıkan sesin uzay bulutuyla birleşir. Safiye Ayla’nın sesi sonsuzluk iştiyakını çağrıştırır.

Şu dağın ardında siyah duman var’ı ilk söylediği parçalardan biri sayıyor Safiye Ayla. Kaderin cilvesi, içinde hep bir ışık arzusu taşıyor olmasından hatta bu arzunun toplumla örtüşmesinden dolayı “ayla” gibi yine ışıkla ilgili bir soyadı ediniyor. Fakat onun ağzından bir kez olsun “güneş/güneş/güneş/güneş/güneş/can can güneş/güneş göklerde yanan ateş” sözleriyle bezenmiş şarkıyı dinlediğinizde sonsuzluk iştiyakının çeperini daha yakından hissedersiniz. Yetimler Yurdu’ndan evlatlık olarak Bursa’ya gitmesi, oradan İstanbul’a kaçması, öğretmen okulunu yarıda bırakması hep içindeki ses uzayıyla bütünleşme tutkusu sebebiyle olmalıdır. Onun zorluk ve kimsesizlik içinde dönen hayatını kurtaran, yine sesi olacaktır. Çok küçük yaşta şöhret olması, henüz Türkiye toplumunun sesle kurduğu ontolojik ilişkiyi yitirmeyişiyle de ilgilidir. Fark, fark edilir. Doğuda ses, kurucudur. “Bütün varlığımı müzikte buldum.” dedikten sonra kendisine sorulan “Bir şöhret insanı mesut eder mi” sorusuna “Fakirlerle beraber olduğum zaman mutlu olurum.” cevabını vermesi, fakirliği kendi maddesinin ötesinde yaşadığını da gösterir. Zaman zaman kendisiyle yapılan konuşmalarda şahsına özgü muzip bir neşe kazandığı görülür. Özgüvene bağlı olduğu kadar kişinin istediği varlık olabilmesiyle de ilişkilendirilse bile Ayla’nın sanatla yaşadığı karşılıklı hayatiyetin tezahürü sayılmalıdır. Safiye Ayla, yıkımların üstüne kendini bina etmenin zevkini başarıyla tadar.

Sevda yaratan gözlerini her zaman öptüm: Bu şarkı Safiye Ayla’nın ilk plağında yer alıyor
Sevda yaratan gözlerini her zaman öptüm: Bu şarkı Safiye Ayla’nın ilk plağında yer alıyor

Şerif Muhiddin Targan ile kurduğu evlilik Safiye Ayla’nın müzik teorisi bakımdan hangi yükseklikte kabul gördüğünün kanıtı diye de yorumlanabilir. Targan, bir muhit ve odak olarak da belirecektir Ayla’nın hayatında. Her sanatta olduğu gibi belki en çok müzikte tavır, oturup kalkmak, çalıp söylemek ve dinleyip konuşmakla gelişip yerleşir. Safiye Ayla’nın aile yönünden kimsesizliği, Targan ailesinin kökleriyle sarmalanır. Eşinin ölümünden sonra yaşadığı kimi şahsi maceraları Ayla’nın bitmemiş çocukluğuna bağlamak mümkün müdür? Şöhretin bir şekilde kişileri anaforuna aldığı, gerçek dışılıkların canlı çekiciliği bir kez mi tezahür eder? Burada önemli olan Ayla’nın şahsi yaşantısını müziğe bulaştırmaması, Türkiye’de adım adım yükselen popüler kültür tuzağına ırak durmasıdır. Öte yandan Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet seçkinlerinin müzikle kurdukları hayat ilişkisinin seviyesi de önemlidir. Murat Bardakçı Safiye kitabında bu dönemi ve Ayla’nın meclislere çağrılışını detaylı şekilde anlatır. Milli Mücadele’nin simgesi gibi sunulan Yanık Ömer türküsüne verilen önem sanki halka onun vesilesiyle gönderilen mesajlar da içerir. Her savaştan bir yara taşımak bahtı, Balkan Savaşları’ndan Milli Mücadele’ye değin uzun ve yıkıcı bir sürece karşılık gelir. Zaten, asker olan kurucu kadro da neredeyse Balkan Savaşı’ndan beri yaralanmaktadırlar. Halil İnalcık’ın Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab kitabında temellendirdiği, yönetici tabakanın geçmişten getirdiği “meclis” geleneği, Safiye Ayla’nın ses varlığında da güncellenir. Uydurma olduğu belli “perde gerisinde dinlenme” hikâyesi rakiplerin marifeti olmalı. Gerçek bile olsa kötülük başarı kadar çarpıcı bir tokattır hayatta.

Sevda yaratan gözlerini her zaman öptüm: Bu şarkı Safiye Ayla’nın ilk plağında yer alıyor. Plağın orijinal kaydı dikkatle dinlenildiğinde Ayla’nın sesini bilerek öne çıkardığı, sazları bastırdığı hatta onları sildiği görülüyor. Sesin, insan sesinin müzikte mutlak hükümran olduğu bu zamanlarda bu üslubun talepkârı insanlar vardı ve birer hayran olmaktan çok zevk ehli varlıklar hâlinde yaşarlardı. Müzik, hayat görünüşlü bir düşünme biçimiydi. Sesin meydana getirdiği uzayın tek tek hangi fertte ne tür açılımlara uğradığını tespit edecek sivil kayıtlardan mahrumuz. Ne var ki Türk müziğinde pek çok sesine güvenen hatta sesini onunla test eden şarkıcıların söylediği bir beste var; Çile bülbülüm çile Sadettin Kaynak’ın bestesi bu eser, Safiye Ayla’nın ağzında bambaşka katlara yükselir hatta başkaldırma makamına oturur. O söz konusu şarkıyı kendi sınırlarının ötesine taşır. Bir tür sessel vecd hâlidir yaşadığı ve yaşattığı. Çocukluğun doğum travmaları gibi bir türlü bilinemeyenin tesirleriyle örülüdür.

Andıkça geçen günleri şarkısına kapıldığımızı farz edelim bir de. Lem’i Atlı sanki Safiye Ayla’nın sesinin bir yanına konmuş “ilahi kederi” yakalamak için bu besteye can vermiş gibidir. Zaten, Türk müziğinin neşvesi her zaman ilahi olanla sessel ve duyuşsal irtibat hâlindedir. Müzik hayatın atmosfer olduğu iklimden kolay sıyrılamaz. Hatta onun adıdır. Bir konuşmasında geçen, Niçin ben bir Maria Callas olmayaydım? cümlesi ondaki iştiyakı taşır. Yokluktan sadece sesle çıkıp gelmek, üstelik fiziki görüntü ve eğlence âleminin sıklıkla aradığı skandal yaşam isteği düşünüldüğünde onun en başta dillendirdiği şu dağın ardında simsiyah duman var duyuruşu daha bir anlaşılır. Konuşmalarında sıklıkla kullandığı “dinleyici” kelimesi sadece çağrışımlarıyla değil, psikolojik ve kültürel yükleriyle de ayrışır. Ayla’nın hep dinleyicileri olmuştur ve şarkı söyleyenle dinleyici arasındaki etkileşim iç ve dış sesle sarmalanır.

Kendisini bir fakir halk çocuğu olarak nitelerken yolculuklarını da otobüsle yaptığını vurgular. Onun uçağa binme korkusu sır değildir fakat buradaki tutarlılığı sanatı kendi dengesi için de bir sağaltıcı kılmasıdır. Sadettin Kaynak’ın “güneş/güneş/güneş/güneş” diye yükselip giden bestesinde, orkestra ve piyano, Safiye Ayla’nın en baştaki piyano tutkusuna da bir selam duruşu gibidir. Dipte ise bir insanın güneş olup onun kaynağının sonsuzluğunda yaşama isteği barınmaz mı? Taze Türkiye’de Hitit Güneşi sembolüne sarılarak yeni bir hayat kurmak istemiyor muydu?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım