Son raunt

Son raunt.
Son raunt.

Kışlaya giden yoldan sağa sapınca hamamın önünde beni beklerken buldum onu. Ansızın sinesinde barındırdığı yağmuru üzerimize silkeleyip sonra hiçbir şey olmamış gibi sessizliğe gömülen bir bulutun muzipliği eşliğinde sulu sepken gelmiştim buraya kadar. Toplanınca bastona dönüşen şemsiyesine dayanmış, yine beyazdan kreme kadar tonlarıyla oradaydı işte. Ne havaya ne geldiğimiz hamama münasip bir kıyafetti bence. Ya da ben öyle zannettim. İnsan yüzünden okunur. Yaklaşınca, “Zurefanın düşkünü…” dedi. Zürafa değil ha. Yıllardır nasıl da yanlış anlamıştım, Barış Manço’nun da şarkısında kullandığı o tabiri: “Zurefanın düşkünü beyaz giyer kış günü.” Zurefa, zarifler demekti oysa.

Abdulâlim Efendi’nin mihmandarlığında hamama girdiğimizde bizi tellaklar yahut külhanbeyleri değil, kibar bir hanımefendi karşıladı. Selimiye Hamamı çoktandır asli hüviyetinden çıkmış, bir kafeterya olarak hizmet veriyordu. Üst kata çıkıp camiyi yan cepheden görecek minvalde yerleşerek iki sadeyi sipariş ettik. İçeride ferahfeza, hicaz, nihaventler inceden kulakları şenlendirirken dalları çoktan yapraklarını seyreltmiş avludaki çınarlara baktı Efendi

Yeni düzen, ne büyülü laf. Eski köhne ise yeni gıcır gıcır, eski işe yaramaz ise yeni çok fonksiyonlu, eski yorucu ise yeni kolaylık… Liste böyle uzar gider. Gider mi hakikaten?

Yeni düzen… Söylemesi kolay da ya uğruna ödenen bedel?

“Selim’in hikâyesini hatırlıyor musun?” diye sordu. “Hangi Selim? “Sekiz senede seksen senelik icraat yapan; hilafet hırkasını sırtında, mesuliyetini kalbinde taşıyan Selim mi? Yoksa Edirne’den çıkmayan, Sokullu’ya güvenip idareden uzaklaşarak zevk içinde gezen mi?” “Hayır,” dedi, “zevk-i selim olan.” Hatırladım. Akl-ı selimi kaybedenlerin zevk-i selimi boğdukları o son raundu.

III. Selim, yeniçerinin başıbozukluğuna bir çare arayışıyla bostancı ocağı içinde kurdurduğu tüfenkçilerin Üsküdar’daki kışlanın yanına kondurduğu camisinin açılışında kendisini korunmasını istemiş, böylece yeni birliğin nezdindeki itibarını aşikâr etmişti. Yeni gelince eski statükosunu muhafaza etmek isteyen rahatının bozulmasını ister mi hiç? Kimse konfor alanını terk etmek istemez elbet. Bostancı tüfenkçilerini açılış günü yaka paça döven yeniçeriler yüzünden sultan birliği lağvetmiş caminin açılışını ertelemişti.

Yeni düzen yani Nizam-ı Cedit tabiri sonra kullanıma sokuldu. Adınca ordusu kuruldu. Bu kez Levent Çiftliği kışlaya döndü. Kendisi bestekâr Selim’in çağına “Kuğunun Son Şarkısı” dendi. Bir yanda şair bilinenleri eleştirip şiir özünden mahrum papağanlar olarak niteleyen Galib Dede, Hüsn ü Aşk’ında ateşten denizlerde mumdan gemiler yüzdürürken zorluğun farkındaydı. İlhamını Mesvevi’den almışken. Celi Sülüs’ü yeniden bir forma kavuşturacak olan Mustafa Râkım Efendi’nin ilk realist resim kabul edilen papağan çizimi Sultan’a takdim edilirken, Hattat Efendi’nin Selim’in tablosunu yapacağını kim bilirdi? Bir yandaysa teamüller dışında tek kişilik icrasıyla Sultan’ın huzuruna çıkan Dede Efendi’nin besteleri kubbelerde, kemerlerde yankılanıyordu: “Ey bût-i nev eda…”

Yeni düzen, eskinin içinden yeniyi çıkarmaktı onlar için. İşlevini kaybeden, yeni bir söz söyleyemeyen, ağırlık yapan ama çözüm üretmeyen eskiyi atmak değildi, tebdil etmekti. Tebdil, bir bedel karşılığı değiştirmekti. Bedeli neydi? Yeni eskinin düşmanı değildi. Camisinin kapı tokmaklarına “Ya Fettah” yazdıran Selim, ceddini de maziyi de ihmal etmemişti. Ama eski yeniye düşmanlık etti. Kanlı bir devir, yeniden ve yeniden öyle açıldı.

Rahatsızlık duyan bahane arar hamlesini yapmak için. Art arda savaşlarda yaşanan yenilgilerde kendine pay çıkarmayan, düşmana cesaretle saldırmayanlar, eve dönüşte kışlalarda kazan devirdiler. Sonra bir kısım vezir, bir kısım ulema yeniçeriyi yine öne attı ama kalkışma küçük bir birlikte Kabakçı namıyla bir adamın başından çıktı. Sonra Selim’i kafese yolladı, Mustafa’yı tahta oturttu.

“Baht böyle bir şey,” dedi Abdülâlim Efendi, “kime, ne, ne zaman nasip olur bilemezsin!” Bir harem kalfası Mustafa’nın adamları Mahmud’un odasını bastıklarında mangalda ne kül ne köz bırakmayıp üstlerine saçıp Şehzade’yi dama kaçırmasa, Alemdar’ın adamları yetişip Mahmud’u kurtaramayacak, Mustafa’yı öte âleme yollayıp Şehzade’yi II. Mahmud namıyla tahta oturtamayacaktı. “Mahmud da vefalı adammış.” dedi Abdulâlim Efendi; Sultanahmet’te Türk Edebiyat Vakfı’nın kullandığı sıbyan mektebini Cevri Kalfa adına yaptırdı.

İlmek ilmek hazırlanan bir karşı hareket, “Hayırlı Vaka” adıyla bilinen “Vakay-ı Hayriye” için on sekiz sene beklenecek, nihayetinde kışlalarıyla beraber orta camileri, mezar taşları dahi yıktırılacak. Derin bir nefes çektiği aşikâr olan bu olayda Allah’ın yardımına yani nusretine bir şükür edası olarak Tophane’deki yaptırdığı camiye “Nusretiye” adını verecekti.

Selim’in Yeni Nizamı’yla başlayan son asırda, Mahmud’un Tanzimat’ı hazırlayan girişimleri, Abdülmecid’in Islahat’la eşitlik ilanı, Jön Türklerin Meşrutiyet talebi, İttihatçıların Hürriyet- Uhuvvet-Müsavat-İttihat söylemi ardı ardına gelecekti.

“Dünle beraber gitti cancağızım…” diyerek başını salladı Abdülâlim Efendi. Kubbede yankılanan yeni düzenin, yeni lisanın, yeni tavrın, yeni edanın sahipleri çok zaman önce suskunlar evine çekilmiş, kıyamet vaktini beklerken, her dem kendi yenisini getiriyor, dayatıyor, bekliyor. Yeni, ne kadar maziden besleniyor, ne kadar eskinin açmazlarını dikkate alıyor, belki de temel mesele buydu. “Bir öze ihtiyacımız var. Ne yapacaksak, ne söyleyeceksek, neyin peşine düşeceksek, o öz illaki aşktır.” diyerek kahvesinden son yudumu aldı Abdülâlim Efendi ve Galib Dede’den şu beyiti fısıldadı:

"Hiç aştan özge şey reva mı

Gevher-i kelamı sarf etmeye"

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım