Size üstad diyebilir miyim?

“Bana, yakan gözlerle,
bir k erecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel
çivisini çaktınız!”
“Bana, yakan gözlerle, bir k erecik baktınız; Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”

İsimlerin başında ya da sonunda kullanılan unvanların tarihçesi çok eskilere dayanır. Özellikle bir makama sahip, toplum tarafından belli bir yerde görülen kişiler unvanları ile anılagelmiştir. Bu, devlet yönetimindeki bir makam olabileceği gibi tasavvuf geleneğinde ya da sosyal yaşantıda da sıklıkla kullanılan unvanlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda toplum tarafından saygıyla karşılanan kişiler de unvanları ile tanınıyordu. Dede Korkut gibi. Paşa, sultan, han, şeyh, hoca, dede, üstad, pîr… gibi unvanlar kişinin toplumdaki sosyal statüsüyle ilgili kullanımlar olarak kendine yer bulmuştur.

Kültürle ve medeniyetle ilgili bir durumdur unvanların kullanımı. Toplumdaki rol değiştikçe ve kişinin etkisi yayılmaya başladıkça bulunduğu pozisyona uygun bir unvan toplum tarafından kişiye verilir. Nasreddin’in medrese eğitimlerinden sonra yaptığı görevlerin bir sonucu olarak Nasreddin Hoca olarak anılması böyle bir durumun sonucudur. Ahmet Yesevi’nin hayatı hakkında çok fazla bir malumat sahibi olamasak da onun hikmetleri ve yetiştirdiği talebeleri sayesinde onun Hoca Ahmet Yesevi olduğunu biliyoruz.

Okullarda da bir süreçten geçmekte unvanlar. Medreselerin olduğu dönemde bir karmaşadan bahsetmek mümkün değil, kurallar net. Ders veren hocalar müderris olarak anılıyordu. Modern zamanlarda elbette bu da değişti. İlkokula başlayan her çocuk ilk başlarda “öğretmenim” hatta geleneksel söyleyişiyle “örtmenim” dese de ortaokula geçer geçmez otomatik olarak öğretmenimden hocaya da geçilmiş oluyor. Bunun da ayarını tutturmakta zorlananlar yok değil. Çok sık olmasa da lise son sınıflarda sadece “hoca” diyenler ve okula sadece öğretmenlerle kavga etmek için gelen velilerin “Hoca, sen benim çocuğuma nasıl sesini yükseltirsin?” şeklini alması gibi bir durumla da sık sık karşılaşıyoruz. Tabi bu cümleden sonra velinin ne yapacağını kestirmek çok güç. Hocanın sonu Allah’a emanettir diyebiliriz.

Hocalık önemli bir makam. Farsça kökenli olan sözcük; hâcenin zamanla değişimiyle hoca halini almıştır tezi kabul görmüştür. Fuat Köprülü’ye göre “koca” sözcüğünün zamanla değişmesinden gelen hoca; TDK sözlüğüne göre; Müslümanlıkta din görevlisi, akıl öğreten, öğüt veren kimse, medresede öğrenim görmüş din görevlisi anlamlarına gelmekte. İslam Ansiklopedisi; “Hâce veya hoca kelimesi resmî kullanış dışında çok değişik şekillerde farklı zümreler arasında da yaygınlık kazanmıştır. Daha XII. yüzyılda ‘sahip, efendi, tahsil görmüş kişi’ anlamlarında kullanılıyor, kadılar, imamlar, şehir reisleri bu lakapla anılıyordu.” şeklinde ele almış hoca kelimesini. Kelimenin anlamı her dönemde ağırlığını muhafaza ediyor.

Her şeyin eskitildiği, hor görüldüğü, çok çabuk harcandığı günümüze gelecek olursak, bu çağda ne yazık ki hocalık da bundan payını aldı. Son yıllarda artık herkes hoca. Mağazaya giriyorsun, “Hocam hoş geldiniz.” ile karşılanıyorsunuz. Ayakkabı boyacısı; “Boyayalım hocam.” diyor elindeki fırçayı sallarken. Simitçi yüzüne bile bakmadan; “Gevrek mi olsun hocam?” diye soruyor. Bunu bir öngörü sayanlar da yok değil. Sivil inisiyatifi son raddesine kadar kullanan ve öğretmen olduğunu anlamak için bin şahide ihtiyaç duyulan bir öğretmen arkadaş; “Esnaflar benim öğretmen olduğumu hemen anlıyorlar. Domates kaç kilo olsun hocam? diye soruyorlar diyerek gizli bir mutluluğu yaşıyor. Şimdi buna kalkıp da onlar herkese öyle diyor, seninle bir ilgisi yok desek içindeki ışıltıyı söndürmüş olacağız.

Hadi bundan 15-20 yıl önce olsa bu söz bir nebze doğru olabilirdi. Çünkü o zamanlar takım elbise kravat demek öğretmenlikle eş anlamlı bir hâldeydi. Şimdi herkes hoca. Ayağa düşen bir hocalık var.

Bir de dizilerden gelen alışkanlık olarak her yer başkanla doldu. Mafya dizilerinin en meşhur hitabı olan “başkan” artık herkesin dilinde. Bir anda ortamda; “Ooo başkan geldi!” dendiğinde sanıyorsunuz ki gerçekten bir başkan mekâna teşrif etti. Bir bakıyoruz ki günün yorgunluğuyla omuzları çökmüş bir bezgin başkan gelip oturuyor yanınıza.

Ya reise ne demeli? Bir zamanların ağırlığı olan reis hitabını artık ortaokul sıralarındaki öğrenciler kullanıyor. Pantolonunun paçaları çamur içinde, top oynamaktan üstü başı perişan bir halde oradan oraya koşan, arada bir düşen pantolonunu çeken elemanı göstererek; “Bizim okulun reisi bu.” diyorlar ya güler misin ağlar mısın?

Bir de üstadlar var. En ağır unvanlardan olan üstad, mensup olduğu topluluğun en üst seviyesindekiler için kullanılan bir sıfattır. Herhangi bir sanat ya da meslek dalında kendini ispatlamış ve artık yol göstericilik vasfını elde etmişler için kullanılan üstadlığı layıkıyla taşımak da bir sorumluluktur. Bugün; “Üstaddan bir şiir okuyalım.” dediğimizde edebiyat dünyasıyla az çok ilgisi olanlar “Kimden?” demeden Necip Fazıl’dan bir şiir dinleneceğini bilirler. Necip Fazıl, tartışmasız bir şekilde edebiyat dünyamızın üstadıdır. Seyyid Abdülhakim Arvâsî’ye intisap ettikten sonra sadece şair-yazar olarak değil bir dava adamı olarak da önemli bir kitleyi etrafında toplayan Necip Fazıl, üstad olarak da anılmaya başlanmıştır. Fikri değişiminden dolayı bazı kesimler tarafından yok görülmeye çalışılsa da şair olarak herkes için büyük bir şairdir o. Bunu sadece belli görüşe sahip kişiler söylemiyor, bağnaz istisnaları saymazsak herkesin kabul ettiği bir gerçek bu.

Can Yücel’e kulak verelim. Kendisiyle bir gazetede yapılan söyleşide Necip Fazıl için şu ifadeleri kullanıyor:

“Necip Fazıl, sahasının en iyi şairlerinden biridir. Türk edebiyatının yarım yamalak giden hece şiirinin en büyük üstadıdır. Kendisi için en büyük sayılan ilk döneminde ortaya koyduğu eserler, Türkiye’de büyük şehir hayatı içindeki bireyin bunalımını en iyi anlatan şiirler içermektedir. Daha sonraki inançlı dönemi hiçbir zaman küçültücü değildir. İnançları için hapislere giren adamın fikir, düşünce ve eserlerini uluorta değerlendirmemek gerekir. O kendi alanında fikirlerini somut bir şekilde, hiçbir dış etkenden çekinmeden ortaya koymuştur.”

Aynı söyleşide sorulan; “Solcular Necip Fazıl’ı niçin okumuyorlar?” sorusuna verdiği cevap da oldukça manidardır:

“Solda adam mı var Necip Fazıl’ı anlayacak. Hepsi dangalak…”

Artık üstad da ulu orta kullanılmaya başlandı. Kişinin vasfına, konumuna ya da ne işle meşgul olduğuna bakmadan üstad denip geçiliyor. Arkadaş, evindeki musluğu tamir ettirecek, arıyor sıhhi tesisat ustasını; “Üstadım, bizim musluğun tamir edilmesi lazım, uygun bir vakit gelsen.” diyor. Burada uygun bir sıfat aramaya gerek yok ki. “Ustam!” demek tüm meseleyi çözecek. Bunu yerine ustaya üstad deyince kavram mı yoksa unvan karmaşası mı yaşanıyor o da ayrı mesele.

Her şeyi yerinde kullanmakta fayda var. Yerli yersiz kullanımlar, üzerinde bir ağırlık bulunan kavramların da değerini yitirmesine sebep oluyor. Her önüne gelene hoca demek, kim olduğunu ya da vasfını bilmediği kişiye üstad demek gerçek anlamda bu sıfatları hak edenlerin manevi kimliğini zedelemekte. Herkesin bir ismi var. Hatta genel anlamda kullanılan “bey, hanım” gibi unvanlar varken herkesi üstad ilan etmek üstadların öldüyse kemiklerini sızlatır, yaşıyorsa da gönlünü incitir.

Biz derin bir nefes alıp bu vasfı tam anlamıyla hak eden üstaddan şiirler okumaya devam edelim.

“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”