Siz Maraş’ın neyini gördünüz dostlar!
“Zaman ne de çabuk geçiyor Roza.” demişti ya üstat Karakoç, işte bu hakikat aynı şekilde tekerrür etmeye devam ediyor. 6 Şubat gününde yaşanan ‘büyük yıkım’ın üzerinden neredeyse iki ay geçti. İlk günden itibaren yüreklerimize bir kor olup oturan bu büyük depremin etkisi her gün daha da büyüyen bir alev topuna dönüştü.
En başlarda herkesin “ben de orada olmalıyım” gayretine bizler de kapıldık. Lakin enkaz kurtarma ekiplerinden olmamamız nedeniyle sadece yük olacaktık oraya. Bu yüzden de hep birlikte bir gıda kolisi, battaniye, kışlık elbise ya da temizlik maddesi olarak aktık kardeşlerimize.
Bunu biz değil onlar söylüyorlardı. Zira deprem bölgesine giden tırların uzunluğu 60 km’yi bulduğundan “artık göndermeyin” bilgisi geliyordu. İlk bir haftadan sonra ise bu kez maddi desteklerle ulaşılmaya çalışıldı bölgeye. Televizyonların gerçek gazetecileri bölgeden bilgiler aktarmayı sürdürürken siyaset yine sınıfta kaldı. İş üretmekten ziyade birbirlerine çamur atmakla meşgul bir sürü zevatın ucuz söylemleriyle yıkıldı sosyal medya. ‘İdeolojik çatışma’ refleksimiz hemen gösterdi kendini. “Sen yapmadın, ben yaptım. Sen gitmedin, ben gittim.” yaygarasıyla kendilerinden beklenen o düşük performansı yine gösterdiler.
Zaman bizim için hızlı akıyordu evet, ama ya oradakiler için… İlk andan itibaren enkaz altından çıkacak yakınlarını bekleyenlerin umudu, her gün daha da kahır dolu bir bıkkınlığa dönüştü yer yer. Hiç de az olmayacak sayıda insanımız kurtarıldı molozlar altından. Fedakârca mücadele eden kurtarma ekipleri aç susuz mücadele ettiler. Buna bütün bir ülke şahit. Günler ilerledi duyulmak için beklenen sesler kesildi hepten. Kurtarılmayı beklerken ya da daha ilk anda nefesini tüketen 50 bin beden –ki artma ihtimali var- bir gül olup toprağa düştü. Hangi acı sözcükler, hangi yakıcı cümleler bunu tarif edebilir ki!
Etmiyor zaten. O acı bu toprakların yüreğine işledi artık. Dünya döndükçe büyük yıkımın acısı da var olmaya devam edecek. Yüzlerce, binlerce can yakıcı hikâye dilden dile anlatılacak. Maraş depremi zihinlerimizde hep en hazin türkülerle yer bulacak.
Bizler Gebze Bilsem’den 8 arkadaş işte o hazin türkülerin peşine takılıp vicdanlarımızda kanayan Maraş için yola çıktık. 23 Mart Perşembe yani Ramazan’ın ilk günü depremin acılı çocuklarına bir haftalığına da olsun moral vermek için gönüllü olarak oraya vardık. Daha yolculuğun başında o hüzün gelip oturdu göğsümüze. Depremin üzerinden epey geçmiş olmasına rağmen Maraş’ın kahrı bizi sardı. Şehrin girişinden itibaren fark edilen yıkımın izlerinin yüreğimizde bıraktığı burukluk zihnime Akif’in mısralarını getirdi o anda:
- “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
- Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki? Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!
- Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan Yatıyor şimdi Nasıl yerlere geçmez insan?
- Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!”
Eski Maraş denen kısımdaki büyük yıkım tüm çıplaklığıyla ortadayken dağın yamaçlarına doğru binaların yerli yerinde olduğunu görmek bir nebze de olsa iyi geldi bize. Kalacağımız okulun çevresi de yine sağlam alanlar arasındaydı. Gece vardığımız Maraş’ı asıl sabah uyandığımızda gördük. Zira ayakta duran evlerde de ciddi hasarlar fark ediliyordu. Enkazları kaldırılan evlerin düzlüklerinde etrafa savrulmuş perdeler, çantalar, ayakkabı ya da elbiseler görmek bile Akif’in zihnimizdeki mısralarını daha da ağırlaştırmaya yetti. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi içinde bulunan ve görevli olduğumuz çadır kente doğru yol alırken durduğumuz kırmızı ışıkta neredeyse yan yatmış ışık direği bile her şeyi anlatmaya yetiyordu.
Üniversiteye varana dek geçtiğimiz cadde ve sokaklarda her üç binadan birinde çatlak ya da sökük duvarları görmek mümkündü. Kampüse vardığımızda ise bizi çadır yığınları karşıladı. İşte bizim uzaktan hayıflanarak, üzülerek bahsettiğimiz Maraş’ın şimdiki gerçek yüzü karşımızda tüm çıplaklığıyla kendini gösteriyordu. Tıp Fakültesini geçtikten sonra Ziraat Fakültesinin sağında kurulan çadır kentin girişindeki eğitim çadırları alanına vardığımızda burada yeniden kurulan derme çatma bir hayatın varlığıyla yüzleştik.
Askerlerimizin, sağlıkçılarımızın ve öğretmenlerimizin görev aldığı farklı birimlere hizmet veren çadırlar yan yana kurulmuştu. Bizi karşılayan meslektaşlarımızdan görevimizi devraldıktan sonra yavaş yavaş bu bambaşka ortamı keşfetmeye çalıştık. Yan yana kümelenmiş, adeta birbirine yaslanmış dar alanlarda belki beş veya altı hatta daha fazla sayıda kişi kalıyordu. Oldukça geniş evlerden bir oda kadar alanlara geçmiş olmanın acemiliği her şekliyle fark ediliyordu. Buna rağmen buraya da ayak uydurmuştu herkes. Aşevleri, mescit, lavabolar ve çamaşırhaneden tutun da berber ve terziye kadar birçok çadır göze çarpıyordu.
Burası dışında üniversitenin dersliklerinde, amfi ve salonlarında da ailelerin kaldığını ikinci gün fark ettik. Bazı yerlerde üniversite hocaları aileleriyle birlikte kalırken diğer alanların neredeyse tamamı da vatandaşların hizmetine sunulmuştu. Kıble tarafındaki duvarında büyük iki çatlak bulunan üniversite camiinden çıkarken her yanı kuşatmış çadırlara takılıp kalınca “Hayat bazen nasıl da eşitliyor bizi böyle!” demekten alamadım kendimi.
Bu düşüncemin doğruluğunu eğitim çadırımızın müdavimi olmaktan başka yolları kalmayan Durdu hocamızın söyledikleri teyit ediyordu:
“Depremde 294 öğretmen arkadaşımız, 110 da doktorumuzu kaybettik.”
Kahır üstüne kahır… Hele ki Durdu Hocamızın kaybettiği öğrencisi ile ilgili kurduğu cümleler ve ardından ıslanan gözleri bizim de göz pınarlarımızın kapaklarını açacak cinstendi:
“13 yaşında hayat dolu bir öğrencimi kaybettim. Akrabalarımın kaybından bile ağır geldi bana.”
Anladık ki burada kime dokunsan hazin bir hikâye dökülecekti dilinden. Bazen bunu yaptık ama sürekliliği konusunda çok da cesaretimiz yoktu. Bu yüzden öğrencilerimize odaklanıp onların yaralı yüreklerine ferahlık verecek oyunlar oynadık. Elimizden geldiğince eğlendirdik. Günlerimizi onların umut dolu bakışlarını daha da canlandırmak için harcadık. Yazar dostumuz Maraş’ın yürekli adamlarından Ömer Yalçınova ile yaklaşık bir saat muhabbet ettiğimizde, ne denli yaralı olduğu gördük onun da. O anlattı biz için için ağladık. O üşüdü biz içimizden üşüdük.
Maraş’taki bir haftamız işte böyle karmaşık duygular içerisinde geçti. Dönüş yolunda “değmen benim gamlı yaslı gönlüme” türküsünü dinlerken ve biz aziz Maraş’ı yaralı halde arkamızda bırakırken şu cümle düştü dilime:
“Siz Maraş’ın neyini gördünüz dostlar!”