Şimdi uzaklardasın
Suzinak makamı, bağlandığı kelimenin anlamıyla birleşerek adeta ruhu ateşlemek, kederi ve acıyı yerden kaldırıp perde perde yukarı yükseltmek için bulunmuş gibidir. Lakin kulaktaki ilk etkisinin kalbe ulaşması için biraz zaman gerekir. Canana dairdir çokça ve tınısı hayattan değil de uzaktan, kaybolmuş, yitik, hatırası ucu yanık mektup misali bir köşede sessizce kaderini bekleyenden yükselir. Fakat kişilikli makamdır. Ses örüle örüle bir 19.yüzyıl manzarası çizer. Türk Müziğinde, Zeki Müren ile birleşmesi ayrıca anlamlıdır. Hatta Zeki Müren ilkin bu makamdan çıkıp gelir. Her şarkıcının harcı değildir onu icra etmek. Şimdi Uzaklardasın şarkısının eşliğinde, Zeki Müren ile beraber biyografiden sosyolojiye, kültürden toplumsal dinamiklere yayılması tesadüf sayılamaz. Mehmet H. Doğan’ın bir kitabına isim olmuştur ayrıca. Geçmişi imlerken hayatta kalma iştiyakını dillendirir. Radyonun egemen olduğu devirlerde Zeki Müren’in sesi, dalga dalga Anadolu’yu şöhretin bütün kanatlarıyla dolaşır. Ayağı şehirde şöhreti her yerdedir. Denilebilir ki Türkiye’de en çok şöhret olmuş kişi Zeki Müren’dir. Şöhret sanki yaratılıştan onun için mukadderdir. Ben de henüz çocukluktan yeni çıkıp ergenliğe ilk adımı atarken, bu mukadderatı, Mukadder vesilesiyle tanıdım. Hiç beklenmedik şekilde, şaşkınlık içinde. Mukadder belki hiç yoktu fakat zihnim onu saklandığı mermerden yontmanın hazzından vazgeçmek istemedi. Birbirine çok benzeyen isimlerin ve hikayelerin arasından çocukça oynanmış bir oyun heyecanıyla çekip çıkardı.
Mukadder’i, o ilk gençliğe adım atma eşiğinde gördüğüm genç kızı benden başka kimse hatırlamaz şimdi, bilirim. Çünkü o sadece benim zihnimin ördüğü bir kanarya yuvası halinde hafızamın söğüt dalında salınıp durdu. Ömer bey ise çocukluğumun geçtiği yerde efsane bir isim diye hala dolaşır dillerde. Türkiye’de 1969 seçimleriyle gelen Demirel ve sonrası 1970’li yılların hükümetleri, bir yandan kalkınmacı bir yandan da alabildiğine kavgacıdır. Bin yıllık köylere bu kavganın artı değeri olarak su, yol ve elektrik gelmeye başlar. Efsanevi burunlu koyu sarı YSE kamyonları kimin icadıdır bilinmez ama bir iş yapma aracı olarak olağanüstüdür. Dağların kovuklarından, yeraltı şehirlerinden çıkıp gelmiş efsanevi yaratıklar gibi iştahla çalışırlar Anadolu topraklarında. 1970 ile 1980 yılları arasında binlerce küt burunlu YSE kamyonu fantastik bir âlemde dolaşır gibidir. Şoförleri bile ilginçtir. Ve ben onlarla karşılaştığımda henüz yedi yaşındaydım ve elektrik nedir bilmezdim. Bu bilgisizliği hayatımın büyük şansı görmem bir yana Mukadder ile elektrik arasındaki sosyal ve ruhsal dokunuşu kimseye vermem. Hele Zeki Müren de girince bu hikayeye iyice kıskanırım onu. ‘Zeki Müren de bizi görecek mi?’ sözü farkında olmadan derin bir yaraya tuz basar fakat ‘şimdi uzaklardasın’ şarkısıyla geçmişe dalmanın hazzı herkese nasip olmaz. Suzinak bu dalışlarla perde değiştirir, bir büyüteç etkisi kazanarak tutulduğu pek çok şeyi yakına getirir.
Elektriğin gelişi, radyo çağının yerini televizyon denilen mucizeye bırakmasıdır. Ne roman ne de sinema hakkıyla aktaramamıştır bu değişimi henüz. İşte böyle bir arada kasabaya belediye başkanı olmuştu Ömer bey. Mukadder’in babasıydı. Evleri iki adım mesafede fakat alabildiğine uzağımızda bize karışmadan, ancak özel izinle kullanılan bir sandala binilerek gidilen bir adadaydı sanki.
Pamuk gibi beyaz saçları, elinde bond çantası ve nerden temin edildiği sır Mustang, tek kapılı spor makam arabası ile ‘reis’,yönettiği kasabayı yeni çağa uydurmaya çalışıyordu. Ankara’ya gidip geliyor, kasabanın tam ortasına havuzlu kocaman bir park yaptırıyordu. Evlerin duvarları hızla elektrik kablosu döşemek için kazılıyor, bir türlü net çekmekten acizsiyah beyaz televizyon antenleri o yönden bu yöne durmadan çevriliyordu. Büyük şehirlerden köyler kadar damlar bu çubuklu düzenekle görsel anlamda gömlek değiştiriyordu. Damında, çatısında, balkonunda televizyon anteni olan ev ayrıcalıklı sayılırdı. Henüz herkesin evinde televizyon yoktu elbette. Televizyon sahibi evlerin bütün odaları değil kapı önleri ve pencereleri gören karşı duvarları bile insan kümeleriyle doluydu Elektrik denilen akım hayatın dokusunu hızla yakıp geçiyordu.
Reis Ömer beyin evine girmek ise her faninin harcı değil. Dedem, Yan Ali, bir akşam tutup beni onun yanınagötürdü. Televizyonda akşam haberleri vardı. Reis saçları gibi kar beyazı tertemiz bir koyun postunun üzerinde oturuyordu.O post bir ayrıcalık makamı gibi göründü bana. ‘Bak reis, sana adaşın ve senin gibi adam olacak bir çocuk getirdim’. Heyecanlanmıştım. Reis oralı değildi. Göz ucuyla şöyle bir bakıp Demirel’in rakibine okkalı bir küfür savurdu. Bu savuruşta, sonradan Kemal Tahir kahramanlarına benzerlikler bulacaktım. Mukadder ise, geniş odanın bir köşesinde, üzümkarası iri gözleriyle yere bakıyordu. Reisin evi bir başka türlü kokuyla doluydu.
Çocuk her şeyi her şeyle kıyaslar. Hele yoksulluk yüksek bir kıyas sanatıdır. Reisin evi ve Mukadder cennet denilen yerden inip gelmiş olmalılardı. Bir vesileyle Mukadder’e selam vermek, onun isteyeceği bir şeyi yapmak sınıf değiştirmek gibi bir şey olurdu. Bu arayışın etkisiyle mi nedir onların sokağından geçiyordum bir gün. Banyodan akmış ılık su o zamanların efsanevi Lux sabunu kokusuyla dışarıya akmıştı. Sokağa atılmış onlarca Ses dergisiyle karşılaştım. Parisliprenses başka dergi okuyacak değil ya! Benim için şenlik sayılırdı bu. Hızla dergileri ayaküstü karıştırdım. Bazılarını seçtim. Elime bir zarf geldi birden. Bu bir mektuptu. Üstünde Zeki Müren yazıyordu. Muhtemelen dergilerde hayran için verilmiş bir adres vardı. Heyecanlanıverdim. Mukadder avucuma konmuştu. Koynuma soktum mektubu. Tenha bir yer aradım.
Kalbim duracak gibi okuyordum. Gözlerim kararacak, hayret ve korkudan altüst olacaktım. Efsanevi reisin kızı, bizim hayran olduğumuz evin prensesi, üzüm gözlü Mukadder mutsuzdu. Aileden baskı görüyordu. Dünyası kararmıştı. Hiçbir isteği yapılmıyordu. Ölümü düşünür olmuştu. Tek kurtarıcısı oydu. Ona inanıyor ve ondan yalvararak yardım istiyordu. Bir mektup yazarak veya telefon ederek Mukadder’i bu azaptan kurtarabilirdi. O an saç diplerimin yanmaya çok mahrem bir sırrın bilgisiyle ayağımın toprağa gömülmeye başladığını hissettim. Zeki Müren de kimdi? Ben ne yapabilirdim? Sanki her an bir yerde Mukadder’i takip ediyordum artık. Başına bir şey gelmesin istiyordum. Ben Zeki Müren olabilir miydim?
İstanbul’dan yüzlerce kilometre uzakta, taşrada benzer hikayeler hep olmuştur. Çoğu genç kız şöhrete kavuşmak, şarkıcı veya artist olma sevdasıyla mektuba sarılmıştır. Mukadder öyle değildi. Bir insan ve aile hikayesinin ortasında oturuyordu ve Radyo çağının bir sanatçısı olarak parlayan Zeki Müren’in başka bir yönüne denk geliyordu. Kurtarıcılar hep beklenirdi bizde. Kılıktan kılığa bürünürlerdi. Sanat ve düşüncede ise temsiliyet icra kadar önemliydi ve mitlerin insan yüzlerine yayılışı böyle gerçekleşiyordu. Zeki Müren’in temsil ve çözülme, sonra da silinme hikayesi de burada kilitleniyordu. David Le Breton, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme kitabında uzun uzun tartışır meseleyi. Zeki Müren, Türkiye sosyolojisinin ses ile görüntü geçişkenliğinde, görüntüye talip olurken sesini kaybedişinin ilginç ve çarpıcı bir timsalidir. Mukadder onun sesinden sesini duyurmaya çalışırken çaresiz kalır.
Radyo ve ses, kültürel olarak doğrudan estetiğin niteliğine bağlıdır. Radyonun da popülerliği vardır ama içerdiği bileşenler daha içe doğrudur. Görüntü ise niceliksel bileşenler, şov ve popüler kültürün duyargalarına yaslanır. Elektriğin, YSE kamyonları ve İller Bankası’nın katkısıyla Anadolu’ya girişi, adım adım sesin geriye çekilerek görüntünün parlamasını doğurur. YSE kamyonları köyden şehre gidişi kolaylaştırmıştır ayrıca. Göç hızlanır. Yeni müzik, arabesk, aranjman patlar. Sinemada Yeşilçam’ın otoritesi sarsılır. Yılmaz Güney, Orhan Gencebay, Ajda Pekkan vb yüzler, hem şehirde hem de dalga dalga Anadolu’da yüz tutmaya başlarlar. Zeki Müren panikler. Geldiği kaynağın aksine yeni sesler giyinir. Onu paniği köyden kente hızlı göçe benzer. Sadece cinsel kimliğinden dolayı değil asıl çıkıp geldiği sesin sosyolojisinin çatırdamasından ve sonuna kadar oraya sadık kalmadığından yüz yaygınlığı edinemez. Yine sevilir. Plakları satar. Fuarlarda baş tacı edilir. Televizyonlarda yılbaşı mesajlarını o aktarır millete. Ne var ki sıradan adam sokakta yürürken kendi yüzünde onu taşımaz. Örneksiz Türkçesi, konuşma yeteneğiyle taçlanan icra kabiliyeti Sanat Müziği’nin ‘güneşi’ yapar onu ama o, her an doğması beklenen güneş değildir.
‘Ezilmişlik, haklılık ve o haklılığın kitlenin hak anlayışıyla birleşmesi, bir de cesaret’ diyor Cemal Süreya, efsaneleşme koşullarını sıralarken ve bunların hiçbirinin onda olmadığını belirtiyor. Peki bu hiç yok muydu onda? Kültür ve müzik bir şehir direnci olarak sonuna kadar yaşayamaz mıydı iradelitutumuyla? Üstelik, taşrada bir genç kızın kurtarıcı olma vasfı sadece Ses Dergisi gibi popüler dergilerin bastırmasıyla edinilmiş bir geçici imaj sayılabilir miydi? Nostalji bugün onun vasfında kara bir mizah etkisi yaparken, Türkiye’nin sanatla kırılan köşeleri insan suretleriyle dolup taşamaz mıydı? İşgal Paris’i Edith Piaf’ın sesi olmadan nasıl anlaşılamazsa, Zeki Müren de ‘şimdi uzaklarda kalmış’ değerlerin son temsilcisi diye yaratıcı vasfını sürdüremez miydi? Hepten arabeske bulanmış politikadan şehir dokusuna kadar yayılmış hayatımızın temelinde onun da harcı yok mu?