Şiirin tekrarından hayatın derinliklerine
Herkes onu anmaktan çekinse de, çağımız bir vesileyle söz ona geldiğinde hızlı bir refleksle hemen başka bir bilinç hem de aydınlatıcı bir düşünme konuya atlasa da; Sezai Karakoç’ta yöntemidir. Gerçek ölümün aracı gibi ölüm hem bir hatıra, hem bilgi, hem çalışır hayat karşısında.
Memuriyet hayatı boyunca Sezai Karakoç, Anadolu’nun pek çok şehir ve ilçesini dolaştı. Her ne kadar sonunda İstanbul’a dönmek, Marmara Kıraathanesi başta olmak üzere orada toplanan sevdikleriyle bir olmak için yanıp tutuşsa da bu seyahatler onun yazı uzayını hem genişletmiş hem de coşturmuştur. Sütun kitabındaki yazılar buna delildir. Daha da ötesi, şiirsel buluş ve duyuşun çoklu algısı, Kav şiirinde görüldüğü gibi inanılmaz irtifalar kazanır. Bu şiir, şair Sezai Karakoç’un en özgür duyuşla yazabildiği, bazı kültür ve inanç kalıplarını umursamadan (taşradan gelmek zor bir kaderdir, ‘İçinde taşıyıp da bir türlü atamadığın taşra akrebi’ mısraı bu kaderin hesap tacıdır) modern şiirin tahtına oturma hamlesidir. 2. Yeni’nin getirdiği çok çağrışımlı ve helezonik akıl bütün şiirsel yetkinliğini kuşanır. Yaşamak coşkusu ve idealize edilen gelecek tutkusu her zaman yaşama şevkine kapı aralar. Hayatı derinliğine yaşarken şiirsel tekrar kendi dokusunu işlemeyi sürdürür.
Özellikle vefatından sonra etrafında pek çok şehir efsanesi yaratılan ve nice insan gibi gerçeği örtülen bir şair oldu Karakoç. Derviş, mistik, dünyadan elini ayağını çekmiş, fakir, keramet sahibi vs. vasıflandırmalar birbirini izledi. Oysa o, sıklıkla Efervesan C tableti çiğneyecek kadar gerçeğe bağlıydı. Enerjisini yükseltmek için başvururdu buna. Fiilen Diriliş’te beraber çalıştığımız zamanlar, eğer Üretmen Han 413 numaralı odasında bir karamsarlık havası sezerse bakışlarını derinlerden geri çeker, “birer portakal mı yesek?” diye sorardı. Böylece portakal, rengi, kokusu, tadı ve elbette psikolojisiyle bir hayata dönüş operasyonu olurdu. Bu bazen burçak bisküvisi ya da her hangi bir yemek yapımı olarak da açığa çıkardı. Memuriyetten ayrılmak zorunda kalması onun ‘dışarı çıkma’ imkanını da kısıtlamış gözüküyor. Hiç yurtdışına çıkmadı. Anadolu şehirlerine seyahat etmedi. Zaman zaman Üsküdar, Emirgan, Beykoz gibi semtlere beraber yaptığımız geziler dışında ev ile büro arasına sıkışıp kalmıştı.
Öte yandan herkes onu anmaktan çekinse de, çağımız, bir vesileyle söz ona geldiğinde hızlı bir refleksle hemen başka bir konuya atlasa da Sezai Karakoç’ta ölüm hem bir hatıra, hem bilgi, hem bilinç hem de aydınlatıcı bir düşünme yöntemidir. Gerçek ölümün aracı gibi çalışır hayat karşısında. Ve ölümün neredeyse sıklıkla birlikte anılması ondaki doğurganlığa, anaçlığa, tersinden de olsa koruyuculuğa denk düşer. 1958 tarihli Anne ve Çocuklar şiiri salt bir duygu durumunu bütün çarpıcılığıyla karşılamakla kalmaz, estetik örüntü dilin çeperinden insanı bütün gücüyle kuşatır. Metafizik, mermerin ince ışığında damarlarını hissettirir. Anne ve çocuk ay ile güneş gibi değil, bir gözün bakıp da bazen aynı güneşten iki güneş çıkarması gibi görsel bir sürçmeye bağlanır. Ölüm, bir güneş topu gibi anne ile çocuk arasında gider gelir. Ruhsal konum bakımından eşit derecededirler. Annenin tecrübe ile bildiği şey çocuğun saf bilinciyle teslim alınır. ‘Anne öldü mü çocuk/ Bahçenin en yalnız köşesinde/ Elinde siyah bir çubuk/ Ağzında küçük bir leke’ mısralarıyla ilkin çocuk tarafından çizilir ölüm.Yalnızlık, köşe ve siyah kelimeleri, annenin kaybını en sert şekilde yansıtır. ‘Çocuk öldü mü güneş/ Simsiyah görünür gözüne/ Elinde bir ip nereye/ Bilmez bağlayacağını anne’ mısralarındaki akım ise daha nettir ve güneş ile simsiyahlığın zıtlığında dünyaya ip imgesiyle iner. İp kopunca her şey kopar.İp dünyadaki yaşama gerçekliğinin en metafizik en gerçek karşılığıdır.Ölüm, dünyanın anlam kaybına uğradığı yer kadar anlamını bulduğu yerdir de? Bu yüzden ‘Ben ölümden sonrasına bakan bir doktorum’ diyecektir şair. Öte yandan, neredeyse bu şiirin özü, daha doğrusu daha sonra yazılsa bile şiirsel kökü, Hızırla Kırk Saat kitabında yeniden karşımıza çıkar. Fakat bu şiiri aşan biyografiye de göz kırpan izlerle doludur. Kendisini, poetik olarak şiirin yazanı değil okuyanı konumunda tutması, onu salt metin olarak görmeyip bir duyuş ve yaşam sürekliliği diye düşünmesidir. ‘Şiirin yazanı yoktur/ Vardır yalnız okuyanı/ Şair de bir okurdur/ Kendi şiirinin okuyanı’.
Rilke’nin “şair hayallerini değil yaşantılarını yazar” sözünün en net karşılığı çoklukla Karakoç’ta görülebilir. Yaşantı, salt bir anının ötesinde insan olmanın halleri içinde geniş ve derin bir dokunaklık kazanır. Hızırla Kırk Saat’in 22. Bölümü mutlu geçmiş bir çocukluğun izleriyle doludur. ‘Eve dönüş gecesi ne geceydi’ diye başlayan şiirde anne ve babanın bir çocuğu mutlu eden sevgisi ve tutumları sezilir. Öylesine olumludur ki hem anne hem de babanın resmedilişi okur onu devralmak ister. Baba ‘içinden güneşe varan sestir gündüzleri’. Anne ise ‘ayı kurcalayan sestir geceleri’. Anne ve babanın yaratıcı olduğu kadar tanımlayıcı bir metafor olan ses ile tanımlanması ve geceyle gündüzün birbirini tamamlayıp da zamanı kurmaları gibi gece ve gündüzle anılması tesadüf sayılmaz. Ayrıca anne ve baba sürekli bir ve bütünleyicidirler çocuk için. İleride, her vesileyle anne ve baba yüzü belirecek, kurucu, onarıcı vasfını sürdürecektir. ‘Çağır yüzündeki acıyı/ Bir bahar çiğinin düşmesiyle açıklayan babayı/ Her gün bahçesinden / Gül devşirmek isteyen/ Senin için güle sabırsızlaşan/ O anneyi/…’ Kardeşler de sakince ve güzellikle yerlerini alırlar orada. Fakat acı, insanı kuran, yakıp yıkan, ölüm acısı, bu kez bir kardeş ölümüyle belirir. ‘İçi bir incir yaprağı gibi büzen’ göz hastalığı, annenin telaşıyla yumaklanır, tellenip dikenlenir. İki kardeş arasında umutla umutsuzluk arasında döner anne. Bir anlatıcı çocuğa bir de ölümü adeta sezilene bakar. ‘ Anne telaşı/ Çocuğa dönüp çaresiz duran/ Size dönüp bir umutla ışıyan’ olarak bir taş çarkından adeta kıvılcımlar saçar. Yıllar yıllar sonra, o çocuk, belki de şair, ‘O göz ağrısının çağrışımı gibi gelen/ Bir kulak bir diş ağrısı’nda yeniden yaşar. Bu kez, ölüm, başka bir çehreye bürünür. Onun diriliş anahtarı olur. ‘Senin mesleğin bir bakıma bir mesleği/ ölümle iyi etmek/ Ölümle açmak kurumuş dudakları/ Ölümle açmak kapanmış gözleri/ Öleni ölümle diriltmek/ Ölümle sağ tutmak sağ olanı/ Bozulmuş saatleri’. Anneler ve Çocuklar şiiri burada güncellenmiştir. ‘Bir balık görünce nasıl çırpınırsa bir martı/ Gün batınca nasıl çırpınırsa/ Boğulmuş bir kuş gibi/ Bir deniz/ Çocuğu ölünce öyle çırpınır bir anne/ Annesi ölünce öyle çırpınır bir çocuk’. Ölüm çarpıcı şekilde sadece insanın arınışı için değil başka şekilde, kurban elbisesiyle çıkar karşımıza. Kurban’ın kendisi , Kur’an dinlemenin iç huzuru ve kabullenişiyle uysalca bıçağa boyun eğer. ‘Yaşamın sırrına bizden önce ermişlerdir sanki/ Kendilerini bir ses uğruna kurban vermişlerdir sanki/ Ölmeden önce ölümden sonrasını görmüşlerdir sanki/…’
Sezai Karakoç, İslam Uygarlığının, Ahmet Haşim’in Müslüman Saati yazısında çok yaratıcı keşiflerle icat ettiği şekilde, bir zaman algısı olan ölümü, Fransız şiiriyle içimize sokulan ve ilkin Necip Fazıl sansüalitesi sonra da Cahit Sıtkı çaresizliğinde etkinsizleşen ölüm fikrini, girdiği çıkmazdan çıkarıp yaşamanın tam ortasına ‘ölüm günde birkaç kez bana göz kaş eder’ formuna dönüştürmeyi başarmıştır. Nitekim ‘Eski Kirazın Gereği’ şiirinde, şair, kirazla hayatı ve gerçekliği pekiştirir. Kiraz dünyadır ve insan bir kirazın güzelliğini taşıyan hayata baka baka ölür. Dahası, ölüm meleği olan Azrail, diriltici vazifeye bile büründürülür. ‘Azrail’le bile/ Dirildi Taha’