Şiirin popüler edebiyatla imtihanı
Şiirin birçok tarifi vardır, hatta kimilerine göre her şiir bir tarifi içerir, ancak herkesin üzerinde ittifak ettiği nokta gündelik dilin şiirde değişime uğramış olması, özel bir dile dönüşmesidir.
Günümüz edebiyatında, daha doğrusu romanında konu o kadar önem kazandı ki herkes roman okumaktan çok konusu ile ilgilenir oldu. Yazarın nasıl anlattığından çok ne anlattığı daha önemlidir günümüz okuyucusu için. Dille hesaplaşmamış, dili önünde en büyük engel olarak görmemiş, dili dilin imkânlarıyla aşabilme çabasına girmemiş ya da böylesi bir yetenek ve birikime sahip olmayan popüler yazarlarımız, okuyucunun beklentilerini karşılayacak fastfood ürünler piyasaya sürmeye devam etmektedir. Bunun popüler edebiyatın doğası gereği eleştirilmemesi gereken bir husus olduğunun bilincindeyiz. Bizim burada altını çizmek istediğimiz nokta, popüler edebiyatın, edebî sahanın sınırlarını okuyucu profilinin yardımıyla ihlal etmeye başlamasıdır. Burada yazının başlığı ile içeriğinin farklılaştığını kabul ediyorum.
Şiirde bahsedecekken birdenbire romanda kaldık. Ancak bizi böyle bir tavra iten kuşkusuz roman ve şiir arasındaki farklılıktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi popüler romanla edebi roman arasındaki çizgi daha siliktir ve onu ancak belli bir birikime, edebi zevke sahip olan okuyucular fark edebilir. Yaratıcı okuyucu diyebileceğimiz ve “mesaj” peşinde koşmayan, biçim ve içeriğin estetik bir hazza dönüşmesini önceleyen bir okurdur kastettiğimiz. Şiirin böyle bir okur kitlesine sahip olduğu düşüncesini taşıdığımızı söylemek gerekir. Şiirin iletisinin, mesajının; temasının dışa değil kendi içine dönük olması, özetlenememesi, bırakın başka bir dile, kendi diline bile başka kelimelerle çevrilebilmesinin imkânsızlığı, imgelerin biricikliği, biçim ve tekniğinin diğer türlere göre daha kendine has olması ve buna bağlı olarak okuyucunun da belli bir bilgi birikim sahibi olma zorunluluğu bizim bu kanaati taşımamızın en önemli argümanlarıdır.
Bu demek değildir ki şiir olma iddiasıyla yazılan her metin edebi değer taşır. Fakat roman ve hikâyedeki sınır ihlali muğlakken, şiirdeki sınır çizgisi daha belirgindir. Okuyucunun dille hesaplaşmayan, dilin imkânlarını zorlayarak onu aşamamış tekniğe ya da temaya boğulmuş, izlek, yüzey yapı ve derin yapı arasındaki bağdaşıklığı ihmal etmiş ve manzumede kalmış bir metni değerlendirmede anlatı metinlerine nazaran daha sağlam argümanlara sahip olduğunu unutmayalım. Tabi burada birçok manzumeci ve müteşâirin de şair olarak edebiyat camiasında lanse edildiğini unutmuyoruz. Ancak romancılarımızın yanında bu oranın hayli sönük kalacağını da tahmin etmek güç değil. Zira genelde edebiyat özelde ise şiir dergilerinde akan edebi bir alanın varlığını unutmamak gerekir. Şiir, romanın yanında pazarlanma açısından da pek karlı olmayan bir alanı temsil ettiği için popüler alanın ortasına değil dışına düşmektedir diyebiliriz.
Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Peyami Safa’yı, Oğuz Atay’ı, Tanpınar’ı, Kafka’yı okuduğunu bildiğimiz-her ne kadar derinlemesine olmasa da- popüler diyebileceğimiz yazarların adını da edebî listeye ekleyen roman okuyucularını tanıyoruz, ama Baudler, Yeats, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Asaf Halet v.s. gibi şairlerle hakkıyla ünsiyet kuran bir şiir okuyucusunun müteşairleri şair olarak görmeyeceklerini düşünmenin safdillik olmayacağı kanaatindeyiz. Burada edebi değerlerinden hiç kimsenin şüphe duyamayacağı Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi şairlerimizin okurlarıyla kendi dışlarında gelişen ilişkileri için ayrı bir parantez açmak gerekecektir, ama bu husus başka bir yazının konusu olacak kadar geniş kapsamlıdır. Edebi değerlerinin yanı sıra ideolojik tercihlerin daha etken olduğu bu şairlerimize gösterilen ilginin estetik zevkin dışında, daha doğrusu metnin dışına doğru genişleyen bir göndergeler yığını peşinde koşan bir okur kitlesini yarattığını söylemekle yetinelim.
Söz konusu okur kitlesinin tercihi şiirsel söylemin dışında biçimsel ve dilsel alanların daralmasıyla manzumeciliğe dönüşen bir yolu da açtığı malumdur. Tıpkı Orhan Veli, Attila İlhan ve İkinci Yenicilerin yanlış algılanması örneğinde olduğu gibi. Şiirin her şeyden önce kelimeye, dile dayanması gerektiğinin giderek anlamsızlık peşinde koşmayı beraberinde getirmesi; şairanelikle şiirsel söylemin aynı olmadığını görmezden gelen anlayışın yaygınlık kazanmış olması, iri sözlerin imgenin yerini alması, nesnel karşıtlıktan yoksun imgelerin geçerlilik kazanması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Fakat her şeye rağmen şiirin pazarlanmaya gelmeyen yüksek pahası, kâr getirmeyen doğası, şairliğin herkese kolayca verilmeyen kutsal imgesi, şiiri popüler edebiyatın dışında tutmaya yetmiştir.