'Şiirin Hası' döner mi geri
Şiir belki de ya her zaman olduğu gibi ya da hiç olmadığı kadar yalnız ve kararsız bugünlerde sanki.
Şiir, insanlığın kadim birikimi… Balzac’ın ifadesiyle; “Şiir; zekâ ülkelerinde, uzun ve üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir.” Oktay Akbal’ın ifadesiyle ise “Şiir, kurşun rengi dünyayı mavileştirir açmayan güneşi açtırır, yağmayan yağmuru yağdırır. İçimize dışımıza.” Dilin sınırlarını belirleyen düşüncenin/iradenin en anlamlı birimi, en saf özü olan ve insanlığın duygu yönünü ifade eden şiirin, yazıdan bile eski olduğunu söylemekte beis yok.
Bize insanoğlunun var oluş sürecini anlatan tüm semavi kitapların, şiirsel yönünün çok güçlü olduğunu biliyoruz. Kur’ân’ın eşsiz ayetlerini duyan müşriklerin Hz. Peygamber’i “şair” olarak nitelendirmelerine sebep olan da bu durum değil miydi? Hülasası şudur ki şiir, insanlıkla yaşıt… İnsanın olduğu her yerde şiir de vardı. Bundan ötürüdür ki kıyamete dek de var olacak.
Herkesin zihninde farklı pencereler açtıran, her insanın gönlünde ayrı bir hisle karşılık bulan bu kelime TDK sözlükte şu şekilde yer buluyor: “Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi; manzume, nazım.”
Bu anlamın kelimenin tam karşılığı olup olmadığı kişilere, ülkelere yahut milletlere göre de farklılıklar içerebilir. Zira edebiyatın vazgeçilmezi olan bu kavramın belki de en önemli yanı tam da bu çeşitli anlamlılık yönüdür. Herkesin kendine göre bir kalıba soktuğu, her kulağın işitmek istediğini duyduğu ve her yüreğin kendi üzerine düşen duyguyla karşılık verdiği bir olgudur şiir.
Bundandır ki bu yazıda “Şiir nasıl yazılır? Şiirin kalıpları nelerdir? Nasıl yazarsanız şiir yazmış olursunuz? Hangi şiir türü daha iyidir?” gibi net cevap istenen soruları yanıtlayarak onlara bir şeyler öğretme hedefinde değiliz. Çünkü biliyoruz ki her şair kendi gönlünden geçeni zihninde süzerek şiirlerini yazar ve her okuyucu da o şiirden kendi ne almak istiyorsa onu alır. “Bilirim kim dokunsa şiire, eline bir kıymık saplanacak.” diyen Didem Madak’ın baktığı pencereden bakarak “has şiir”e özlemimizi dile getirecek ve beklentilerimizi ifade edeceğiz.
Yüzyıllardır yaşayagelen bir söz işçiliğinin nasıl bir serüvenden geçtiğini, bu konuyla ilgilenen herkes az çok bilir. Her medeniyetin az veya çok bir “şiir bakiyesi” mevcuttur. Türk şiirinin de kadim bir geçmişe sahip olduğunu biliyoruz. Kâh mani ile kâh türkü ya da divan şiiri ile farklı kimliklere bürünse de duygu yönü ağır basan “Doğulu bir medeniyet” olarak bu alanda ne denli hassas olduğumuzu söylemeye bile gerek yok.
Biz “Doğulular” olarak şiirin sahibi ve en birikimli yanını temsil ediyoruz. İnsanlık tarihi boyunca taşıyıcısı olduğumuz söz yığınlarının en nadide örnekleri çoğunlukla Doğu’nun alabildiğine uzanan çöl ya da bozkırlarından kopup gelmiştir dersek yanlışa düşmüş olmayız. Evet, Ömer Hayyam da Yunus Emre de Fuzuli, Nedim ve Ahmet Haşim de o iddia ettiğimiz birikimin temsilcileri olarak kayıtlarda duruyor. Şiir medeniyetinin vazgeçilmezi olma özelliğimizle zihinlere nakşolan nice eşsiz şairler yetişti Doğu’nun o kıraç topraklarında.
Namık Kemal ile “Hürriyet”, Âkif ile “Çanakkale”, Yahya Kemal ile “Sessiz Gemi”, Cahit Sıtkı ile “Memleket”, Necip Fazıl ile “Kaldırımlar”, Sezai Karakoç ile “Diriliş” bir bütün olarak biliniyorsa bugün, bunun temeli işte şiirin o “herkese yakıştığı ölçüde yanaşır” ifadesinin neticesidir bu. Yahya Kemal şu cümle ile tam da bunu söylemiyor mu: “Bir milletin şiiri, devirler aşırı elden ele gezen bir meşaledir.”
Gelin görün ki meselenin en can alıcı noktasında işler değişmeye yüz tutmuş gibi. Şiir belki de ya her zaman olduğu gibi ya da hiç olmadığı kadar yalnız ve kararsız bugünlerde sanki. Şairlerin gönülleri de kelimeleri de ne yana gideceğini bilemeyen yolcu misali yorgun, kırgın ve tarumar… İyi şiir, hakiki şiir, anlamlı şiir… İstisnalar dışında ara ki bulasın. Üst üste yığılı kelime cümbüşlerinden başkasına yer yok sanki. Anlam herkesin yitiği, ahenk Kaf Dağı’nın ardında… Gönüllerin dili suskun, zihinler ise çok oldu elden çıkalı… “Bazıları şiir sevmez, çünkü onların yaraları yoktur, yaraladıkları vardır.” diyen Attila İlhan nasıl da haklı… Sözlerin bile mekanikleştiği, şairlerin “yeni şeyler deneme” hülyasıyla sözün itibarını yerlere düşürdüğü günlerde biz şiir arıyoruz okumak için. Okumak, dinlemek ve başkalarına da okutmak için… Olur mu dersiniz? Yeniden yüreğin bir köşesine iliştireceğimiz, yakalarımıza bir rozet edasıyla takıp dolaşacağımız ve rıhtımda içimizden geldiği gibi coşkuyla okuyacağımız şiirler yeniden döner mi geri? Siz ey çağın şairleri, şair adayları ve şiirin adamları… Ne dersiniz?
“Bir gün aklına gelecek olursam,
Bana şiir ısmarla.
Eylül’ü konuşalım.”
diyen Cemal Süreya gibi şiir ısmarlayıp konuşur muyuz eylülü?