SEZAİ KARAKOÇ MONNA ROSA’DA NE BULDU?

SEZAİ KARAKOÇ MONNA ROSA’DA NE BULDU?
SEZAİ KARAKOÇ MONNA ROSA’DA NE BULDU?

Monna Rosa kitabı, Karakoç’un sanatını gölgeler halinde de olsa içeren bir ilk kaynaktır. Bu şiirlerde İkinci Yeni’nin işaretlerini de İkinci Yeni sonrası kültürel şiirlerini de bulabiliriz.

Sezai Karakoç, “Monna Rosa” şiirini ilk kez Hisar dergisinin Haziran 1951 tarihli sayısında yayımlamıştır. Şiir; Hisar’da yayımlanışının üzerinden altı ay geçtikten sonra “Son şekliyle” notu düşülerek Mülkiye’de bir kez daha yayımlanır. Şiirin son yayımlandığı dergi ise 27 Nisan 1957 tarihli Büyük Doğu’dur.

1957 tarihi İkinci Yeni’yi belirgin kılan örneklerin birkaç yıldır görüldüğü, Karakoç’un da “Köşe” (1954-56), “İnci Dakikaları” (1955), “Veda” (1955), “İlk” (1955), “Tahta At” (1956) gibi şiirleriyle yenilikçiliğini ve yetkinliğini kanıtladığı geç bir tarih. Şairin daha sonra uzunca bir süre yayımlamayacağı bu şiiri 1957’de tekrar yayımlaması düşündürücü. Şiirin teması gözetildiğinde bunun psikolojik sebeplerle olması mümkün. Böyle değilse Karakoç’un “Monna Rosa”da yeni şiire dair bir şeyler bulduğunu mu düşünmeliyiz. Diğer İkinci Yeni şairleri, ilk şiirlerinden kaçarken Karakoç, en azından 1957’de, şiirine sahip çıkıyor. Kendi algısına zarar vereceğini düşünmemiş olmalı ki büyük bir dergide yayımlıyor. Karakoç, “Monna Rosa”da yenilikçi tavrını besleyecek, hiç değilse sarsmayacak ne bulmuş olabilir?

Şiiri bu nazardan okuduğumuzda ilk başta kendinden önceki şiirin sevgili ile kurduğu ilişkiden köklü bir şekilde ayrıldığını görmeyiz. “Monna Rosa”da şiirin öznesinin muhayyel muhatapla kurduğu ilişkide belirginleşen klişeler vardır. Karakoç, şiiri yazma niyetini Süleyman Dinçer’in aktardığı bir konuşmasında şöyle ifade ediyor: “Tabii isterdim ki öz edebiyatımız olan divan edebiyatı ile yazılabilsin şiirler. Ama tek başıma ben aruzu getiremem ya. Aruzu geçtim hece de gidiyordu artık. O dönem dedim ki hece ile bir şiir yazayım.” Karakoç, aruzu getirmemiş fakat divan şiirinin imaj kadrosunun en önemli unsuru olan sevgiliyi, şiirinin merkezine koymuştur.

Divan şiirinde kültür coğrafyasının her ortamına uygun, idealize edilmiş plastik ve anonim bir sevgili karşımıza çıkar. “Monna Rosa”da daböyledir. Şiirin bu kadar dolaşımda olmasını buna bağlayabiliriz. “Monna Rosa”, gerçeklikle ilişkisi olmayan anonim bir tiptir. Şiir, okuyucu tarafından bir yaşantı-şiir olarak algılansa da, şiirde ne seslenilen kadının ne de Sezai Karakoç’un yaşantısından izler buluruz. Muhacir kızı olması dışında muhatabın şahsiyetine dair hiçbir şey bilmeyiz. Bu şiiri gerçekliğe bağlayan tek etken, şiirin akrostiş oluşudur.

“Lebündir gürmege canlar vîrürken / Gözün katlüme her dem niyyeî eyler” (Mesîhî)

“Dudağın diriltmeye can verirken gözün her an öldürmeye niyet eder.” Sevgilinin bakışlarının öldürmesi, “Monna Rosa”da “bir bakışın ölmem için yetecek” şeklinde, yalınkat ifade edilmiştir.

“Hâsılım yok seri-kûyunda belâdan gayrı” diyor Fuzûlî. “Monna Rosa”da da sevgili belanın kaynağıdır: “Ah, senin yüzünden kana batacak, / Monna Rosa, siyah güller, ak güller.”

“Zambaklar en ıssız yerlerde açar,/ Ve vardır her vahşi çiçekte gurur” ifadeleri de Karakoç’un Divan şiirinin sevgili tipolojisini farklı motiflerle üretmesi olarak okunabilir. Divan şiirinde olduğu gibi sevgili mağrurdur. Vahşi olması ele geçirilemez oluşunu ve aşığa mesafe koyuşunu işaret eder. Sebep-sonuç ilişkilerinin sevgiliye dayandırılması, sevgilinin yüzünün küçük tasavvur edilmesi, iyilik ve kötülüğün müsebbibi olarak sunulması gibi “Monna Rosa”ya dair başka hususiyetleri de Divan şiirinde görmekteyiz.

Monna Rosa Karakoç’un, sanatının olgunluk safhasında başardıklarına yönelik bir gençlik teşebbüsü gibidir. Hatıralar’ında “Bütün değerler yere serilmiş gibi görünüyordu. Kadın: ‘tak takıştır, sür sürüştür. Muhallebiciye gel gece vakti’ çerçevesinde algılanıyordu. ‘Gül’ kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. ‘Monna Rosa’ böyle doğdu.” diyor. Gül kavramını diriltmek için yabancı dilde bir tamlama kullanmak. İlk bakışta bir çelişki gibi. Şairin klasik kültürü yeniden “dillendirmek” için ihtiyaç duyduğu esnekliğin erken bir görünümü belki de.

“Monna Rosa”da bu teşebbüsün genel olarak akîm kaldığını görsek de başarıya ulaştığı yerler de vardır. Bunlardan birini “Monna Rosa”nın üçüncü bölümünden sonra yayımlanan “Ve Monna Rosa” şiirinde buluyoruz: “Rüyasında örümcek başlarsa ağlamaya, / İçine gül koyduğum tüfek ölmeye başlar.” Anlamın tam olarak açığa çıkmadığı bu mısralarda, aşırı bir yorum olmayacaksa gül Peygamber Efendimiz’in, tüfek ise Sevr Mağarası’nın sembolü olarak düşünülebilir. Örümcek de mağaranın girişine ağlarını geren örümcektir. Eğer şairin niyeti bu değilse daha sonra anlam tatili diye adlandıracağı bir poetik tutumla karşı karşıyayız demektir. Bu da “Monna Rosa” estetiğini aşan, Karakoç’un sonraki sanatına sarkan bir durum. Aya karşı uluyan kirli çakallar, zeytin ağacının karanlığı, bugün bende bir hâl var, diyerek kendi varlık durumuna yabancılaşmış bir özne, mumun ardında bekleyen, ışıksız ruhları sallayan rüzgâr, denizin dibinde gezen eller… Bütün bu mısralar İkinci Yeni’nin şiirsel gerilimini de kuracak olan ayrıksı imajları taşır.

Monna Rosa kitabı, Karakoç’un sanatını gölgeler halinde de olsa içeren bir ilk kaynaktır. Bu şiirlerde İkinci Yeni’nin işaretlerini de İkinci Yeni sonrası kültürel şiirlerini de bulabiliriz. Fakat Monna Rosa’yı asıl önemli yapan poetik anlamı değil psikolojik anlamıdır. O yeni tip bir âşıklığın şiiridir. Taşradan gelen gencin ülkenin yeni kurulan sosyal ilişkiler ağı içerisindeki masumiyet şarkısıdır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım