Sessizlik
Sessizliğin dehşetli yüzünü görmemek, buna tanık olmamak -sessizlik insan ruhunu yırtan bir duygu durumunu da beraberinde getirdiğinden- ondan kaçmak için edebiyat yapıyor. Sözcükleri, kelimeleri, cümleleri, paragrafları, kitapları yazıyor, şifahi konuşmalara giriyor, hiç susmuyor.
Yeri geldiğinde insan dilinin yılan çıngırağından, akrep zehrinden kötü olduğu zamanlar vardır.
Çıngıraklı yılan doğası gereği çıngırağını çalmakla yükümlüdür. Çıngıraklı yılan kuyruğunda nasıl çıngıraklı doğarsa, akrep kuyruğunda zehirle, insan da dünyaya dili ile doğar. Yeri geldiğinde insan dilinin yılan çıngırağından, akrep zehrinden kötü olduğu zamanlar vardır. Bahsimiz bu değil. Bahsimiz dünyaya dil ile geliyorsak, geldiğimiz dünyada bu dilin kullanılacağıdır. Yılan çıngırağı, akrep zehri nasıl kullanacaksa bu dil de dünyada bükülecek, damağa vuracak, dişe değecek, ses çıkaracak, gelen sesleri eğip bükerek, yönlendirerek bir dile (lisana) vesile olacaktır. Verili dili çalıştırmamak, verili dili fazla işletmemek, “çenesi düşük” daha doğrusu aslında “dili düşük” biri olmamak, “dilbaz biri” olmamak tasavvufta tercih edilen bir durumdur. Dil var, soluk var, ama dili ve soluğu boşa, Allah dışına bir şeye kullanmamak; burada dili damağa, dili damağa, dili damağa vurmaktan başka şeylere kullanmamak tercih edilir.
Ya hikmet[l]i konuşmak, ya da susmak; “söz gümüşse sükût altındır” atasözünün ve deyimlerin de işaret ettiği budur. İnsan sükûttan kaçmak, aslı ve kökeni olan sükûtla yüzleşmemek için dile gelir sanki de. Ana rahmindeki çocuğun, ervah âlemindeki susuşun, felekler sistemindeki ve göksel sistemlerdeki susuşun hikmeti, sükûtun arşı topyekun kaplaması, gayb cihetiyle Tanrı’nın da sanki sessizliği tercihi bize bunu gösteriyor. İnsan vahşi hayattan korkusundan, elbette gereksinimlerinden de nasıl ateşi icat edip, onu yakarak korkularından kurtuluyorsa, börtü böcekleri def ediyor, kurtların, ayıların ve daha nice yabani hayvanların yanına gelmesini engelliyorsa; sanki edebiyatı da o amaçla kullanıyor.
- Sessizliğin dehşetli yüzünü görmemek, buna tanık olmamak -sessizlik insan ruhunu yırtan bir duygu durumunu da beraberinde getirdiğinden- ondan kaçmak için edebiyat yapıyor.
İnsan sessizliğe daldı mı; kendini SESSİZLİĞE, yani Allah’a eklemler.
Sözcükleri, kelimeleri, cümleleri, paragrafları, kitapları yazıyor, şifahi konuşmalara giriyor, hiç susmuyor. Selçuk Demirel’in Orhan Pamuk’la birlikte yazdığı Sen Suret Okumayı Bilir Misin? adlı kitabında sanırım tırnak içinde verildiğinden Orhan Pamuk’a ait olan bir söz var: “Ancak, anlatacak hiçbir şeyi kalmadığında insan kendine iyice yaklaşmış demektir”. Anlatacak bir şeyimizin olmaması sözü, lisanı terk; sözcükleri terktir ve sessizliği ve sükûtu tercihtir. Sükûtun dibine inmektir. Söz orucu, sözsüzlük, sözü terkle maddi olan ve bize verili bir şeyi de terk ettiğimiz için somut olandan soyut olana, sözden sözsüzlüğe, sesten sessizliğe, kelamdan sükûta ereriz. Alıntıdaki kendi burada artık insan olamaz. Sözün yok oluşuyla sükût olan, sükût okyanusunun, sükût şehrinin halifesinin kendisidir yani.
Kendi, insanın içinde olan bir şey iken Allah’ın KENDİ’sine eklemlenir. Soluğun yani ruhun o büyük soluğa eklemlenmesi gibi. Damla okyanusa, üfürük büyük üfürüğe eklemlenir. Kendi dediğimiz o hâl de “zat” iken “Zat” olur. Küçük z, Büyük Z’ye döner. İnsan sessizliğe daldı mı; kendini zaten SESSİZLİĞE, yani Allah’a eklemler. Cahit Koytak’ın bir şiiri geldi aklıma.
- “Yeter, ama yeter,
- Ölüler için de, diriler için de!
- Susun artık, susun, siz kitaplardakiler,
- Siz sahnedekiler, siz içimdekiler!
- Ayıp ama, bakın, Tanrı konuşmak için
- Sizin susmanızı bekliyor.”
- Evet, Tanrı konuşmak için bizim susmamızı bekliyor.