Selahattin Özpalabıyıklar: Bu kitapların hiçbirini okumadım, yoksa niye tutayım ki?

Selahattin Özpalabıyıklar: Bu kitapların hiçbirini okumadım, yoksa niye tutayım ki.
Selahattin Özpalabıyıklar: Bu kitapların hiçbirini okumadım, yoksa niye tutayım ki.

Türk edebiyatının en önemli kalemlerinin kütüphanesinde hangi kitapların olduğunu, o isimlerin neler okuduğunu merak ediyorsanız, sizler için, o isimler ile kendi kütüphaneleri hakkında konuşmaya, sohbet etmeye “Biblioteka” bölümünde devam ediyoruz...

Kütüphanenizi ne zaman oluşturmaya başladınız?

Neredeyse okumayı öğrendiğimde diyebilirim. Annem ev kadını, babam işçiydi. Ama eve her gün Hürriyet gazetesi giriyordu. Ayrıca ek gelir olsun diye eski gazetelerden kesekâğıdı yapıyordu annemle babam. Komşulardan, tanıdıklardan alınan gazetelerin arasından çeşitli kitaplar da çıkıyordu, en çok da ders kitabı. Daha ilkokuldayken Nihat Sami Banarlı’nın liseler için hazırladığı Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı kitaplarından Yunus Emre’yi, Shakespeare’i falan okuyordum. Babamın eli yatkındı, eski bir camlı dolaptan kitaplık yapmıştı bana. Özellikle üniversitede okuyan akraba ağbilerin “okumaya çok meraklı” olduğumu görüp verdikleri kitaplar da katılınca kütüphanemin tohumu atılmış oldu.

Kütüphaneniz hâlâ büyüyor mu? Hangi tür kitaplar alıyorsunuz, bir ayrımınız var mı?

Kütüphanelerin büyümek gibi bir genel karakteri vardır. (Şimdi kimin kimden aktardığını hatırlayamadığım bir anekdot var. Kitapsever bir aydınımızın eşi bir ev davetinde kocası gibi bibliyofil, hatta belki de bibliyoman bir başka hocaya “Beyefendi, siz bilirsiniz,” diyor, “kocam pek kitap almadığı halde evdeki kitaplar durmadan çoğalıyor, nasıl olabilir bu?” Hoca cevaben “Hanımefendi,” diyor, “bilmez misiniz, kitaplar geceleyin ürerler!” Bu vesileyle şunu söyleyeyim: Eve gizlice kitap sokmak için erkeklerin çoğu kitabı karnına sıkıştırır ve çoğu zaman annelerine ya da karılarına yakalanırlar; tecrübeyle söylüyorum, en iyisi kitapları arkadan belinize sıkıştırmaktır. Bu yöntemle kitaplar fark edilmez, oysa karnınıza önden sıkıştırdığınızda kolayca fark edilir.)

Tabii ki benim kütüphanem de büyüyor. Aslında artık eşim Eser Demirkan’la ortak kütüphanemiz demek daha doğru, çünkü temeli benim zaman içinde biriken kitaplarım olsa da, tanıştığımızdan itibaren Eser’in kitapları da katıldı onlara. Hatta ilk zamanlarda mükerrer kitaplardan kiminkilerin elden çıkarılacağı bizi bayağı uğraştırmıştı. Şimdilerde, ikimiz de yayın hayatının içinde olduğumuz için seçimlerimiz deyiş yerindeyse daha “nokta atışı” oluyor, bir bakıma daha “profesyonel” de diyebiliriz: Daha çok kitap ve kitapçılık tarihi, yayıncılık ve editörlük, edebiyat ve çeviri kuramları üzerine kitaplar. Öte yandan yerli yabancı roman, öykü, şiir ve deneme kitapları alıp okumaya tabii ki devam ediyoruz.

O melun soruyu da sormamız gerekiyor: Hepsini okudunuz mu? (Bir kütüphane içindeki kitapların okunması için mi oluşturulur?)

Eskiden kitaplarımın “sahafa düşme”sinden korkar, ciddi bir kütüphaneye bağışlanmasını düşünürdüm, ama artık öyle düşünmüyorum.
Eskiden kitaplarımın “sahafa düşme”sinden korkar, ciddi bir kütüphaneye bağışlanmasını düşünürdüm, ama artık öyle düşünmüyorum.

Umberto Eco, Jean-Claude Carrière ile yaptığı söyleşide (Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco – J.-C Carrière, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe de Tonnac, Fransızca aslından çeviren: Sosi Dolanoğlu, Can, 3. basım, 2012, s. 209) bu konuda şunları söylüyor:

“Evinize ilk defa gelen, heybetli kütüphanenizi görüp de size, ‘Hepsini okudunuz mu?’ diye sormaktan daha iyi bir şey bulamayan birine verilecek birçok cevap biliyorum. (...) Kendi adıma, iki cevabım var. İlki: ‘Hayır. Bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler. Okumuş olduklarım üniversitede.’ İkinci cevap da şu: ‘Bu kitapların hiçbirini okumadım. Yoksa niye tutayım ki?’ ”

Ben galiba Eco’nun ikinci cevabına yatkınım, onu daha yakın buluyorum kendime. Yoksa Eco’nun devamla dediği gibi “Muhatabınızı daha fazla aşağılamak ve hatta hüsrana uğratmak için verebileceğiniz, ortalığı daha çok kızıştıran başka cevaplar da var elbette.”

Parantez içindeki sorunuza gelince, cevabım kabaca şöyle olacak: Bir kütüphane tabii ki içindeki kitapların okunması niyetiyle oluşturulur. Buraya dikkat: “okunması niyetiyle”, “okunması için” değil! Çünkü kimi kitapları okumak nasibimizde yoktur. Jean-Claude Carrière aynı söyleşinin devamında benden çok daha iyi anlatmış meramımı:

“Kütüphanelerimizdeki okumadığımız ve şüphesiz asla okumayacağımız kitaplarla ilgili olarak: Muhtemelen her birimizde, randevumuz olan kitapları bir kenara ayırma, bir yerlere koyma fikri vardır; onlarla buluşacağızdır ama ilerde, çok ilerde, hatta belki başka bir hayatta. Son saatlerinin gelip çattığını anladıklarında, Proust’u hâlâ okumadıklarını fark eden o ölüm döşeğindeki insanların sızlanması korkunçtur.”

Ben de belki vakti geldiğinde Huzur için sızlanacağımdır, kim bilir. Okumadığımız kitaplar hep olacaktır çünkü. Ne de olsa sanat uzun, hayat kısa. “Randevumuz olan kitaplar” onları okumamızı beklerken biz bu arada John Perry’den Erteleme Sanatı: Oyalanma, Savsaklama ve Kaytarma Rehberi (Türkçesi: Elvan Kıvılcım, Sel, 2012) ile Pierre Bayard’dan Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz’u (Türkçesi: Aysel Bora, Everest, 2015) okuyabiliriz.

Kütüphanenizin iskeleti olan eserler var mı?

İlki, Don Quijote’nin Bilgi Yayınevi’nden çıkmış olan (Fransızcadan) tam metin iki ciltlik Bertan Onaran (1937-2016) çevirisi. Bir yanıyla her kütüphanenin temellerinden olan bu kitap benim için özel bir önem de taşıyor: Yeniyetmeliğimde aldığım bu kitabın ilk cildi (sözü edilebilirse eğer) yazarlık hevesimin ilk ürünlerini de içeriyor: Okuduklarımda gördüklerime özenerek, o kitabın küçücük (11x19 cm.) sayfalarına özene bezene kenar notları almıştım. “Yazar burada sadece kahramanıyla değil bizimle de dalga geçiyor” vesaire gibi. Göndermeler’i hazırlarken o notları “İlk Adımlar, Başlangıçlar” bölümüne alsam mı diye düşündüm ama utandım.

İkincisi de Laurence Sterne’ün Tristram Shandy’si sanırım. Nuran Yavuz’un (1944-2014) çevirdiği bu olağandışı romanın editörlüğünü yapmıştım. Daha da ötesi: Tam da benim aklımın çalışma şekline uygun bir şekilde atlamalı sıçramalı, sürekli konu dışına çıkışlarla, arasözlerle, boşluklarla yazılmış olduğu için kendim yazmış gibi temellük edebileceğim, o kadar “Benim!” diyebileceğim bir kitap bu.

Başkaları da vardır elbette. Ama ilk ağızda aklıma gelenler bunlar. Belki de kitaplar(ım)ın hiçbirini dışarıda bırakmaya kıyamıyorumdur.

Bir hırsız evinize girdi ve tüm kütüphanenizi çaldı. Ancak arkasında üç kitap bırakmış. Onlar hangileri?

Büyük bir ihtimalle benim kitaplarım: Göndermeler, İtalik Benim ve Böyle.

Kütüphanenizin sizden sonra da yaşamasını istiyor musunuz? Yoksa dağılabilir, parçalanabilir mi?

Tabii ki yaşamasını isterim ama tek parça halinde olması şart değil. Eskiden kitaplarımın “sahafa düşme”sinden korkar, ciddi bir kütüphaneye bağışlanmasını düşünürdüm, ama artık öyle düşünmüyorum. Türkiye’de hiçbir kütüphanenin kalıcılığına güvenemiyorum çünkü. Sahafa düşmek de hiç de kötü bir şey değil tam tersine lütuf diye düşünüyorum artık: Okur kim bilir ne zamandır fellik fellik aradığı kitabı, kitap da (metafizik bir yaklaşım gibi gelecek ama) raflarda durur dururken beklediği okurunu buluyor bence sahaflar aracılığıyla.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım