'Şehir hemen!'
Birer çay daha istediler. Bu arada kar şiddetini artırmış, yer yer tipi yapıyordu. Sokaktan bir ses geldi: “Booooozzzaaaaaa”. Bu şehirde hâlen vardı demek sokakta bozacılar. İçeride de bir türkü başladı: “Çamlığın başında tüten bir tütün, acı çekmeyenin yüreği bütün. Ziya’mın atını pazara dutun, gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler…”
"Şehir hemen, şehir hemen!” dedi muavin. Kasaba meydanında yazıhanenin yanındaki durakta, otobüsün hareketine on dakika kadar kalmıştı. O günlerde dokuz on yaşlarındaydı Ekrem. Annesi ile şehre gidecekler, biraz alışveriş edip gelecek aya kadar gidemeyecekleri şehirde, çarşıda gezip ihtiyaçları giderecek, ekmek arası köfte, boza ve biraz da leblebi kurabiyesi alacaklardı. Olmadı. O gün gidemediler. Çok ciddi bir kar fırtınası ve tipi bastırdı aniden. Kasabanın güney tarafında kalan ve ahalinin “boğaz” diye tabir ettiği taraftan geldi. Böyle olunca, zaten tedbirli ve hatta yer yer ürkek oluşuyla bilinen otobüs şoförü Zeki Ağa, seferi iptal etti. Tam da ısınmış ve harekete hazır olan otobüs içerisindeki yolcular, kimileri söylenerek kimileri de “hayırlısı olsun, kaza yapacağımıza, Allah muhafaza, böyle oluversin” diyerek indiler otobüsten birer ikişer. Çok üzüldü Ekrem ama bir şey de diyemedi.
Otobüsçü Zeki Ağa’yı da çok severdi hem. Oğlu Cemil, yakın arkadaşıydı. Fakat maaş bitti, kar oldu, buz çöktü derken o kış şehre gidip de bir türlü boza içemediler. Ulan ne zordu şu kasabalı çocuk olmak. Lise yıllarında da sınavla kazandığı şehrin güzel kolejlerinden birisinde eğitime kasabadan geliş gidiş yaparak devam ettiği için, Ramazan’da akşam kasabaya dönmek zorunda olduğundan katılamadığı sınıf iftarlarına da; ayda bir defa o dönem şehrin üç sinemasından birisinde yeni çıkan bir filmi izlemek için toplanacak olan sınıf arkadaşlarına da katılamadı. O günlerde de bu boza koştu hep peşinden işte…
İş hayatına başlamış ve yirmi yıl kadar da çalışma hayatında geçirmişti. Yani “gele gele gelmişti bir kara taşa ve yazılanlar da gelmişti sağ olan başa”. İstanbul dışında sıkça yurtdışı seyahatleri de oluyordu.
Bırakmadı. Günler, aylar, yıllar geçti. Kar bitti, bahar geldi. Yaz geçti, güz indi. Güzeller yaşlandı, yaşlılar öldü. Yani çok devranlar döndü, herkes kendi feleğine takıldı, düştü, kalktı. Ekrem şimdi kırklı yaşlara merdiven dayamış bir genç ihtiyardı.
Kasabadan ayrılalı yaklaşık otuz yıl olmuş, bu arada üniversite bitmiş, babası ölmüş, kız kardeşi evlenmiş anne olmuş, kimi gençlik arkadaşları ile mahallesi ayrılmış masaları değişmiş, sırlar yüklediği kamışlar kalem olup mürekkebe düşmüş, kâğıtlar yırtılmış, borçlar kapanmış, borçlar açılmış, “Ramazan Temmuz’da harmana gelirdi” diye dedelerinden dinlediği ramazanlar da tekrar gelmiş, çocukluk arkadaşlarından baba olanlar hatta ölenler olmuş, kimisi batağa saplanmış, kimisi çok zengin olmuş, bakkallar kapanmış, yollar kısalmış, buluşmalar kolaylaştıkça zorlaşmış, insanlar kolay satar olmuş, sırlar ticari malzemeye dönmüş derken… İş hayatına başlamış ve yirmi yıl kadar da çalışma hayatında geçirmişti. Yani “gele gele gelmişti bir kara taşa ve yazılanlar da gelmişti sağ olan başa”. İstanbul dışında sıkça yurtdışı seyahatleri de oluyordu.
Kâh İran kâh Cezayir, kâh İspanya kâh Özbekistan… Çocuklar görüyordu gittiği yerlerde. Kadınlar. Adamlar. Dilenciler. Garsonlar. İstasyonlar, havalimanları… Danışma görevlileri. Oteller. Ofisler… Bazen o ülkede o günlerde yaşanan protestolara denk geliyordu, bazen kapkaççının gazabına uğramış vatandaşlarına; bazen uçuşlar gecikiyordu olumsuz hava şartlarından bazen rezervasyon yaptırdığı otel yanlış çıkıyordu filan. Bir yanı edebiyat ile hemhâl olduğundan mıdır yoksa boza hâlen ardından geldiğinden mi bilinmez ancak gittiği yerlerde duvarlara kaldırımlara caddelere bakıyor, hikâyeler kovalıyor ve dalıp gittiği de oluyordu. Fakat ne olduğunu bilmiyor, sadece iç geçiriyordu. Bir boza takip ediyordu hâlen işte, yılmıyordu. Ne şairler kadar güçlüydü sözleri ne de bestekârlar misal nazenin…
Bazen kulağında bir bağlama açış yapıyor ve peşine bir ozan “seher yeli bizim ele gidersen nazlı yâre küstüğümü söyleme, ne hâllere düştüğümü sorarsa, o yar beni sorarsa bağrıma taş bastığımı söyleme” diye nida ediyor, akşam otele dönüp de odasına geldiğinde apart topar müzik açıp ajandaya bir şeyler karalıyordu. Böyle geçiyordu ömür. Çok ayaz ve soğuk erbain günlerinden bir gün, yani evvelden sonra yarından önce, kış sezonu olunca düşen işlerin sakinliğini fırsat bilip izin için gittiği memleketinde, şehrin eski çarşı mahallesinde olan pasajın içindeki camide öğlen namazını kılıp çıktı. Yaklaşık on beş dakika sonra hamamların olduğu tarafta, eskiden kasabadan gelip ninesiyle maaşı çektikten sonra uğradıkları lokantanın hemen karşısındaki çay bahçesine gitmeye karar verdi. Hem merak ediyordu, acaba yerinde miydi çay bahçesi. Sevindi. Çay bahçesi yerindeydi.
- Mevsim itibariyle etrafını camla kapatmışlar, ufak tefek dekorasyon eklemişlerdi. Fena da olmamıştı. Hemen bir masaya geçti, bir çay söyledi. Garson çocuğa “Ben çay içerken sen bir de Türk kahvesi yaptırıver yakışıklı” deyip sipariş de geçti. Hoparlörden türküler çalıyordu.
Ekrem, içinde acayip de bir keyif veren buruklukla ortama adapte olmuş ve çoktan eski günlerde kaybolmaya başlamıştı. Tam kahvesi de gelmişti ki, kasaya gözü takıldı. Cemil değil miydi bu kasadaki patronla konuşan? Daha dikkatli baktı. Bir seslense ne olurdu ki, en fazla “pardon birisine benzettim” derdi. “Cemil! Cemil!” Adam döndü, baktı. “Buyrun?” “Benim kardeşim, benim, Ekrem, çocukluk arkadaşın kasabalı Ekrem! Ya gel gel!” Sarıldılar. Sarıldılar. Hemen çöktü sandalyeye Cemil. Çay kahve ticareti yapıyordu. Buraya da onun için gelmişti. İyi müşteriydi burası. “Sen nasılsın kardeşim? Belki otuz yıl oldu. Nasıl da tanıdın ya!” Sonra Cemil anlatmaya başladı:
“Sen gittikten az sonra annemle babam boşandılar. Annem kasabada oturmak istemiyordu. Şehirde kalalım diye tutturdu. Sonunda da kavga filan, ayrıldılar. Şehre geldi. Beni de babam aldı. Çok zordu. Bölünmek çok zordu kardeşim. Sonra babam başka bir kadınla evlendi. Allah var, bir kötülüğünü görmedim. İki de kız kardeşim oldu Hatice Abla’dan. Ama annem çok ıssız kaldı. Allah’tan dayımlar sahip çıktı da… Sonra… On beş yıl kadar önce babam vefat etti. Aslında bir şeyi yoktu. Otobüsü eskisi kadar kullanmıyordu. Şoför ve ben gidiyorduk seferlere. O gün kendisi çıkmıştı, seferden gelmiş, çekmiş otobüsü, eve geçmiş. Tam girmiş eve, kalp krizi geçirmiş. Ambulans gelene kadar da geçmiş zaten. Sonra otobüsü satılığa çıkardık. En son kendi park ettiği hâlde kaldı epey. Garip duygu hasılı. Sonra ben şehre geldim. Sağ olsun dayımlar yanına aldılar. Kendi şirketlerine. İşte oradan da biraz birikim yaptıktan sonra müsaade isteyip bu işe başladık. Evlendik, bir de oğlum var elinden öper. Hanım da çalışıyor, böyle olunca da annem bakıyor oğlana. Böyle işte be kardeşim. Hayat… Kasabaya sadece bayramda mezarlık ziyaretine gidiyorum. O bile hasta ediyor beni. Günlerce kendime gelemiyorum. Dokunuyor…”
Birer çay daha istediler. Bu arada kar şiddetini artırmış, yer yer tipi yapıyordu.
Sokaktan bir ses geldi: “Booooozzzaaaaaa”. Bu şehirde hâlen vardı demek sokakta bozacılar. İçeride de bir türkü başladı: “Çamlığın başında tüten bir tütün, acı çekmeyenin yüreği bütün. Ziya’mın atını pazara dutun, gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler…” “Ha” dedi Cemil, “Hani kasabada biz çocukken otobüs yazıhanesinde Kenan Amca vardı. Hani Van’dan gelmişler, eşkıya ve terörden kaçıp, dede getirmiş hepsini hatırladın mı?
Geçen hafta Kenan Amca da ölmüş. Çok üzüldüm. Bir mücadeledir yaşadı ve geçti, dedim dünyadan…” Kapıya çıktı Ekrem, bozacıya seslendi: “Bozacı! Bozacı! Ver şuradan iki bardak tarçınlı boza! Ver de içelim arkadaş!”