Seba gitti...
Seba’yı kıymetli kılan, ne Çerkez oluşu ne Beşiktaşlı oluşu ne kimliği. Onu kıymetli kılan, tıpkı Hasan Polat gibi “merkez adam” oluşu. Sonuna kadar taraf ama sonuna kadar da vicdan ve prensip sahibi oluşu.
Sene galiba 1971… Ankara’nın “mektepli takımı”Gençlerbirliği (İsmail Kılıçarslan’ın Ankaragücülülüğü baskın gelir ve yazının bu kısmını kaldırmazsa) küme düşme tehlikesi ile karşı karşıya.
Kulübün idarecileri çare arıyorlar ve akıllarına dönemin futbol federasyonu başkanını ziyaret etmek geliyor. Öyle ya federasyonun başında Gençlerbirliği’nde 17 sene futbol oynamış sonra da idarecilik yapmış Trabzonlu bir futbol meftunu var. Hasan Polat, gelen misafirleri karşılar ve sohbet başlar. Kulüp yöneticileri yarım ağız durumu anlatmaya çalışırken Hasan Polat sözlerini keser ve şöyle der; “Arkadaşlar, ne söylemek istediğinizi anladım. Gençlerbirliği benim evladımdır. Küme düşerse evladını kaybetmiş bir baba gibi eve kapanır günlerce ağlarım ama bulunduğum makamı buna mâni olmak için kullanamam. Şimdi gidin takımı toparlayın.”
Sene galiba 1971… Ankara’nın “mektepli takımı” Gençlerbirliği küme düşme tehlikesi ile karşı karşıya. Kulübün idarecileri çare arıyorlar ve akıllarına dönemin futbol federasyonu başkanını ziyaret etmek geliyor.
Bir Süleyman Seba yazısı yazmak için bilgisayarın başına geçince aklıma bu hikâyenin gelmesi ne garip değil mi? Değil.
Bu iki isim özelinde (ki örnekleri çoğaltabiliriz) Türk futbolunun yaşadığı erozyonu anlamak mümkün. Bir kere, her ne kadar takım elbiseleri ile hafızalarda olsalar da, onlar aslında eşofmanlı. Yani toprağın, çimin kokusunu çekmiş, çamurunu yutmuş, oyunun ruhunu kavramış adamların, elbette istisnaları olsa da, oyuna ihaneti daha zordur.
Oyunun ruhunu kavramak, oyunu yönetmek için temel ve olmazsa olmazdır aslında, bilemedik. Gençlerbirliği, Beşiktaş, Trabzonspor, Galatasaray ve Fenerbahçe… Oyunun içinden gelen başkan, yönetici geleneğini sürdürseydik hem kulüplerimiz ekonomik olarak hem oyunumuz içerik olarak bu kadar yorulmazdı belki. Belki bizim de Bayern Münih kadar olmasa da ona yakın bir modelle yürüyen bir kulüpçülük yapımız olurdu. Ama esas konumuz bu da değil.
- Esas konumuz şu, Süleyman Seba çok çok iyi bir Beşiktaşlı idi şüphesiz, Beşiktaş’ın başarısı için her şeyi yapardı. Haksızlık hariç.
Taraf olmak, oyunun da hayatın da içinde ve aslında hepimiz tarafız. Mesele, taraf olmak adına hakkaniyetten vazgeçmemek galiba. Süleyman Seba bu yüzden kıymetli. “Masaya yumruğunu vuramıyor” eleştirilerine rağmen, haktan hukuktan vazgeçmediği için bir Trabzonsporlu’nun onun için yazı yazarken gözleri doluyor. Belki o tutumları ile Beşiktaş’ın alabileceği birkaç şampiyonluğu alamadı Seba, ama Beşiktaşlılara uzun yıllar kullanabilecekleri bir “söylem üstünlüğü” bıraktı.
Seba’yı kıymetli kılan, ne Çerkez oluşu ne Beşiktaşlı oluşu ne kimliği. Onu kıymetli kılan, tıpkı Hasan Polat gibi “merkez adam” oluşu.
Sonuna kadar taraf ama sonuna kadar da vicdan ve prensip sahibi oluşu. Seba gitti… Seba gitmedi aslında; her “mahallenin” sözüne katılmasa da en azından vicdani bir bakış ortaya koyacağından şüphe etmeyeceği “adamlar” gitti Türk futbolundan. Ve hayat fena halde futbola benziyor sahiden.