Savaş Ş. Barkçin: Her şey gönülde olup bitiyor
Ben hep söylerim bunu: Her şeygönülde olup bitiyor. Sizin sıkıntıdediğiniz şey aslında gönlünüz onarazı olmadığı için ‘sıkıntı’dır. Sizingüzel dediğiniz şey aslında gönlünüzona razı olduğu için güzeldir. NitekimAllahu Teâlâ, kâfirler için “onlarkalpleriyle akletmezler” der. İnsanbuna şaşırıyor, normalde fehmetmenin,kavramanın mekânı bize sorsanızakıldır. Fakat buradan anlıyoruzanlamanın, idrak etmenin asıl adresigönüldür.
Aslında ‘Gönlümü put sanıp da kıran kim’ diye sorarak başlamak istiyordum ama önce ‘gönül’ kelimesinin kendisinden gidelim. Kalp var, yürek var bir de ‘gönül’ var. Bildiğim kadarıyla başka bir dilde de karşılığı yok.
Gönül kelimesi, kalp kelimesi gibi ‘dönen şey’ demek. Aslında Arapçada kalp ‘dönen şey’ demek. “İnkılap” kelimesi de oradan geliyor. Bir şeyin bir başka bir şey haline gelmesine, bir halden başka bir hale geçmesine inkılap diyoruz, onun da kökeni kalptir. Kalp demek ki dönen bir şey. Sabit değildir. O yüzden Hadis-i Kudsi’de vardır; ‘İnsanın kalbi, Allahu Teâlâ’nın iki kudret parmağı arasındadır, nereye isterse oraya çevirir.’ Bu üzerine uzunca düşünmemiz gereken bir şey. Bir kabımız var ve bu kabın içinde belli miktarda bir şey var diye görürüz. Hâlbuki o kap, kalp değildir. Evet, kalp, o kabın içinde gözükür ama aslında bütün kaplar, bütün varlık o kalbin içindedir. Allahu Teâlâ, sonsuzluğu insanın içine koymuştur. Nitekim Allahu Teâlâ buyuruyor ya, ‘Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.’ Şimdi bunlar bize bir şey söylemeli. Çünkü bir mefhumun hakikatine erişemezsek, o mefhumu tahakkuk da ettiremeyiz. Bir şeyi tam manasıyla kavrayabilmek için fehmetmek gerekir. Bunun için mutlaka o mefhumun hakikatine erişmek gerekir. İman akılda değil, beyinde değildir. Akılla yolunu bulursun, o yol seni kalbe götürürse iman edersin. Yoksa akıl seni kalbe çıkarmadığı sürece bir işe yaramaz. Menzil her zaman kalptir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın nazargâhıdır kalp.
Kalp ve gönül kelimelerini aynı şey olarak mı göreceğiz?
Tabii gönül ve kalp müteradif kullanılabilir. Ama ‘gönül’ün daha çiçeklenmiş bir hali, daha farklı bir yeri vardır. Bazı kelime bilimcilere göre, “gönül” kelimesi ‘gömlek’ kelimesiyle aynı kökten geliyor. Gömlek değiştirilen bir şeydir. Yine Arapçadaki manasına yakın bir manası var. Kalp nasıl değişen bir şeyse, gönül de değişen bir şeydir. O yüzden insanın aslında şu dünya hayatındaki imtihanı, gönlün bu değişkenliğini Allah’ta, Hakk’ta sabitlemektir. Bütün hayatımız böyle özetlenebilir. Ben hep söylerim bunu: Her şey gönülde olup bitiyor. Sizin sıkıntı dediğiniz şey aslında gönlünüz ona razı olmadığı için ‘sıkıntı’dır. Sizin güzel dediğiniz şey aslında gönlünüz ona razı olduğu için güzeldir. Nitekim Allahu Teâlâ, çok ilginç bir âyet-i kerimede kâfirler için “onlar kalpleriyle akletmezler” der. İnsan buna şaşırıyor, normalde fehmetmenin, kavramanın mekânı bize sorsanız akıldır. Fakat buradan anlıyoruz anlamanın, idrak etmenin asıl adresi gönüldür.
Neşet Ertaş’ın -şimdi bir kitabını yazdık, türküleri üzerinden Neşet Ertaş’ın irfan yönünü yazdık- Gönül Dağı’nda söylediği “Gönülden gönüle gider yol gizli gizli.” Şimdi, varlıklar arası münasebet de gönüller arası münasebettir. Sizin birini görmeniz bir gönül karşılaşması değildir. Hiç görmediğiniz insanlarla dostluğunuz ise ezelden tanıştığınız içindir. Yani yakını uzak, uzağı da yakın yapan gönül irtibatıdır. Rûhun dünyadaki irtibat bürosu gönüldür. Şeytanın dünyadaki irtibat ofisi de nefistir. Dolayısıyla Cenab-ı Hak ikisini de bizim varlığımıza vermiş, dünyadaki hak-batıl tercihimiz daha da netleşsin diye. Bir insan, dünyada ancak gönlüyle yaşarsa ona hayat denir. Şimdi akıl ve gönül ikilemi genelde çok konuşulur ya... İşte “efendim, bu ehl-i akıldır, bu ehl-i kalptir” derler. “Sufi olanlar gönle dikkat ederler, daha mistiktirler; akıl ehli daha mantıksaldır, daha rasyoneldir” falan derler… Bunlar aslında yanlıştır. Allahu Teâlâ’nın yarattığı bütün imtihanlar ikilik üzerinedir. Müminin vazifesi bunları birlemektir. Onun için mümin tevhid ehlidir. Aklın da yeri var, gönlün de... Ama aklını gönlünün emrine vermesi gerekir. Çünkü sultan gönüldür, vezir akıldır. Aklı iptal etmek bâtıldır. Tam tersine akıl gönlün yardımcısıdır.
AKLIN BİR KALBİ, KALBİN DE BİR AKLI VARDIR
Akıl ve gönül... Bu ikisini bir araya getireceğiz. Peki, tamam ama hangisinden ne kadar fedakârlık edeceğimizi nasıl belirleyeceğiz?
Ne kadar istifade edeceğimize bağlı… Öbür taraftan bakmak gerekiyor. Ben öbür taraftan bakıyorum. Çünkü Mevlânâ Hazretlerinin bir sözü var. Diyor ki: “Akıl, sana mürşidin kapısına kadar lâzımdır. Hasta olan birisine akıl, doktorun kapısına gidene kadar lâzımdır. Doktora gittiğin anda ona teslim olursun.” Dolayısıyla akıl, Allahu Teâlâ’ya teslimiyet yolunda gereklidir. Teslimiyet olduğu anda kalp devreye girer. Nitekim bizim hayatımızda da benzeri bir süreç işliyor ama farkında değiliz. Gönül kelimesini kelime olarak bilmeyenimiz, anmayanımız bile var. Hatta “benim bir kalbim var, benim bir gönlüm var. Acaba ne haldedir” diye hiç sormayanımız bile var. Bu gerçekten çok dehşetengiz bir şeydir. Ben bunu söylerken ‘ben fark ettim, ama kimse fark etmiyor’ şeklinde söylemiyorum, hâşâ! Madem gönül Allah-ı Teâlâ’nın nazargâhıdır o zaman sen asla yalnız olamazsın. Allah seninledir. Şeyh Gâlib Dede’nin söylediği: ‘Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen…’ Bu Hazreti Ali efendimizin bir sözünün şerhidir. ”İnsanoğlu, kâinatın bir özetidir” der Hazreti Ali Efendimiz. Onun için kendini küçük görmeyeceksin. Kalbin bir aklı vardır, aklın da bir kalbi vardır.
Ne demek bu, bunu açalım…
Mesela merhametin de bir aklı vardır. O da bir akletme sürecinin sonunda olan bir şeydir. Cömertin aklı, cimrinin aklı değildir. Akıl tek çeşit değildir, çeşit çeşittir... Bunu bize tek olarak gösteren maalesef küfür ehli olan Batı’ya karşı meftuniyetimizdir. Onların her şeyi bildiğini vehmetmemizdir. Zaten İslâm dünyası olarak fehmetmekten vehmetmeye düştük. Bizim şu andaki Batı’yla ilgili algılarımızın bile çok önemli bir kısmı Batı’nın hakikatinden uzaktır. Biz Batı’yı da hakikatiyle bilmeyiz. Çünkü Batı’yı hakikatiyle bilmek için bir kâfirin hayatını ve kendini nasıl kavradığını çok iyi bilmek gerekir. Bir mümin de hamdolsun kâfir olamayacağı için onu tam olarak tahayyül etmesi mümkün değildir. Bunu bilmenin tek bir yolu vardır. O da ihtida etmiş insanlarla konuşup onlara küfrün ne olduğunu sormaktır. Onlar size bunu ağlayarak anlatırlar.
Bizim bugün, ‘aman onlar da ne hoş, şehirleri çok gelişmiş, kaldırımları mükemmel, ne güzel insan hakları var’ diye övdüğümüz o sistemlerin içindeki insan boyutunu, lütfen ihtida etmiş insanlara sorun. Acaba kâfir iken kendini, ötekini, evreni ve hayatı nasıl görüyordu? İnsanları, merhameti, sadakayı, almayı-vermeyi, ticareti, savaşı- barışı nasıl görüyordu? Peki, mümin olduktan sonra nasıl görüyor? O hali biz bilemeyiz. Allahu Teâlâ bize iman nimetini vermiş.
Biz Batı’yla bu kadar meşgul olacağımıza biraz kendimizle meşgul olsaydık şimdiye kadar adam olurduk. Evet, kendimizi de, Batı’yı da hakikatiyle bilmiyoruz, akılların da çeşitli olduğunu bilmiyoruz. Aklı maalesef ‘ratio’ derekesine indirmiş durumdayız. Çünkü küfür, fakirleştiricidir, yalnızlaştırıcıdır, bencilleştiricidir, azaltıcıdır. Her insani vasfı en alt seviyeye indirir. “Dereke” diyorum o yüzden, “derece” demiyorum. “Derece” yükseltiyi ifade eder, sonsuzdur. “Dereke” ise sıfırın altındakileri ifade eder, o da sonsuzdur. Dolayısıyla tek bir akıl yoktur. Meselâ bir müminin ‘kuş evi’ yapmayı düşünebilmesi, bir bina yapınca köşesine kuşlar için küçük bir ev yapması, onu da ev şeklinde, cami şeklinde yapması… Bunlar gönülden çıkmış güzellikler, ama akledilmiş şeyler değil midir?
Evet, bir akıldan çıkıyor ama başka bir akıldan çıkıyor. Gönlün istikametine verilmiş akıldan…
Evet, mesela sadaka taşını düşünebilmesi. Bu tek bir insanın düşüncesi sonuçta… En sonunda bir insanın gelip kalbine bağlanan bir şey. Adamın kalbi o kadar merhametli ki bu sadaka başka türlü nasıl verilebilir diye düşünebiliyor. Nefsani akıl, herkesteki akıldır. Müminde de vardır, mümin olmayanda da. Bugün Batıdaki akıl, “ratio” olan akıl, yani orantıcı, hesapçı akıl ‘acaba bu benim işime yarar mı, yaramaz mı’ aklıdır. Müminde de bu akıl vardır. ‘Bunu üçe aldım, beşe satayım, kâr edeyim’ der. Bu herkeste var olan asgari hesapçı akıldır. Fakat iman sahibi olduğu andan itibaren müminin kalbinde bir akıl daha açılır, nedir o? Nurani akıl. O akıl hayatındaki bütün her şeyi, hak nazarıyla, hayır nazarıyla tartmasına yarar.
Dolayısıyla o akıl, bazı şeyleri de akletmemeyi kalbine vazeder.
Evet. Batılı derken de yanlış anlaşılmayalım, Batı’yı bir yön olarak söylemiyoruz. Bugün Batı kelimesini, imana, muhabbete düşman olan, ikiyüzlülüğün adresi olarak kullanıyorum ben. Tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yanıltıcılık, bir fitne kaynağı olarak görüyorum ben Batı’yı. Roma da bir kâfir medeniyeti idi. Fakat Roma, yalanı bu kadar doğru gibi göstermeyi becerememişti. Sapkınlıkta o kadar derinleşmemişti. Şu andaki müthiş bir derekedir. Yani adam savaş yapıyor, katliam yapıyor, atom bombası atıyor. Sonra onu icat eden adamı bize şirin bilim adamı diye sunuyor. İşte Einstein’ın dil çıkarmış fotoğrafı çoluk çocuğumuzun odasında asılı... Bu herif örnek bilimi adamı oluyor. Kim bu adam? Askerlerin asla görmediği, savaş hattında bulunmayan çocukların, kadınların, yaşlıların yaşadığı şehirleri topyekûn yok etme teknolojisini düşünüp bulan adam. Bu da akıldır, ama bu merhamet aklı değildir. Bu imha aklıdır. “Nasıl imha ederim” diye hareket ediyor. Evet, aklı bu yönde mükemmel çalışıyor. Ama kalbinde merhamet yok. Yani gerçek insan değil. Dolayısıyla bir Müslüman, merhamet konusunda birden fazla usuller ortaya koyabiliyorsa, kuş evi, sadaka taşı… Bunları lütfen zaaf olarak görmeyelim, bunlar insanı insan yapan şeyler. İnsan, iman ile insan olur. İmanın merkezi de kalptir. O yüzden bir mümin kalbine dikkat etmiyorsa Allah muhafaza imanına da dikkat etmiyor demektir. Bizim akıl ile olan meselemiz, aslında gönül ile olan meselemizin bir sonucudur, sebebi değildir. Biz akılsız olduğumuz için bu pespayelikte değiliz. Biz gönlümüzü unuttuğumuz için bu pespayelik içindeyiz. Gönlü de çıplaklaştırdığımız için. ‘Efendim gönül ayrı bir şeydir, akıl ayrı bir şeydir’ dediğimiz için..
Modern dünyanın ‘güzel ve başarılı’ olarak gösterdiği ideal hayatı olan bir birey düşünelim. ‘Gönlümde acaba ne var’ sorusunu niye sorsun ki?
Bir insan bir şeyin farkında olmazsa onunla ilgili merakı da olmaz. Önce onu tarif etmesi, onu bilmesi lazım… Batı felsefesinde sen hiç kalple ilgili bir bahis gördün mü? Ben İngilizce, Fransızca felsefi metinler okumuş birisi olarak, doktorasını da bu konuda yapmış birisi olarak kalp üzerinde duran kimseyi görmedim. Çünkü orada gönül kelimesi de, mânâsı da yoktur. Kalp denmez ona, “duyular” denir, “duygular” denir. Böyle bir soyut alandır. O da marjinal alandır. Yani esas olan şey fiziksel alandır. Böyle bir fizik-metafizik ayrımı o yüzden gayr-ı İslamidir. Ben müminler kullandığında irkiliyorum ve uyarıyorum mutlaka. İslam’da metafizik diye bir şey yoktur. Çünkü fiziğin ötesi diye bir şey yoktur. Fiziğin ötesi dediğin şey zaten öte olan değil esas olan şeydir. Bir şeyin bakiyesi olan bir şey değil yani. Hazreti Mevlana’nın dediği gibi, ‘İnsan dediğin şey gönülden ibarettir, gerisi kemik, kas ve sinirden ibarettir.’
Sevmekte özne biraz kişinin kendisi gibi… Seviyorum, sevdim diyoruz. Gönül de ise öznenin başka bir yer olduğu bir şey var. ‘Gönül düşürmek’ diyoruz mesela.
Gönül düşüyor. Fakat düşmek, biliyorsunuz dereke yani aşağıya doğru bir hareketi ifade eder. Burada kastedilen o değil, malum. Burada kastedilen karşılıklı gelmektir. K-L-B, yani “kalp” bir harfin yer değiştirmesiyle K-B-L olur. Yani “mukabele” kelimesinin kökü... Aşk, kalbin kalbe mukabele etmesidir, karşılık gelmesidir meselâ. Kalp, değişen, dönüşen bir şeydir demiştik yani. Halden hale geçen, değişen bir şeydir kalp. Kalp, sürekli değişiyor. Gönül düşürmek, gönüllerin karşı karşıya gelmesi…
Denk düşmesi…
Evet. Bencilce bir şey değil. Sevgide özne bizmişiz gibi söyledin ya, o konuda çok güzel bir rubai vardır. Zekâî Dede Hazretleri onu çok güzel bestelemiş. Güftesi Mustafa Nakşî Dede’nindir. Şöyle diyor: “Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep / Rûhum dediğim, ten dediğim sensin hep / Mânend-i kudüm sîne-küpân oldum / Tenna tenana ten dediğim sensin hep.”
Müminin gönül seferi üç mertebededir. “Ben” demekle başlar, “sen” demeye inkılap eder, oradan da “o” demeye inkılap eder. Tarikattaki seyru sülûkun özü de budur. Ben demeyi bırak, ben dedikçe sen olamazsın. Ben dediğin sen değilsin zaten. Sen demek ise ötekini, insanı, mümin kardeşini kendinden daha kıymetli görmek. “Sen” demekten de “o” demeye, yani “Hû” demeye, Allah demeye geçmek gerektir. Çünkü ben ve sen O olmadan mânâsızdır. Aşk dediğin zaten “ben”in yok olduğu hale denir. O yüzden kâfirin aşkı da erdiricidir ama kendi karanlığı içinde... Bir kâfir de ömrü boyunca şarkılar duyar, ‘you’re my heart’, ‘you’re my soul’ gibi bir sürü sözleri vardır. Evet, hoş melodiler, sözler de güzel. Fakat o kalp yandığı zaman, orada bir yangın çıktığı zaman, onun içine bir ateş düştüğü zaman, düşüyor bakın, o bile o ana kadar ‘ben’ diye tanıdığı varlığın aslında ben olmadığını anlar, fakat cevabını bulamaz. Kâfir soran ama cevabı olmayan varlıktır. Derdi vardır, derman içindedir ama farkında değildir. Müminin de derdi vardır ama dermanı da vardır. Soruları vardır ama cevabı da vardır. Âlemde soru çoktur, ama cevap tektir: Allah. Müminin böyle bir nimeti vardır. Dolayısıyla aşk denen şey, insana insanlığını hatırlatan yegâne duygudur. İnsanın nefsini aradan çıkaran en kuvvetli duygudur. Aşk nefsi aradan kaldırır. Aşk, bir birlik halidir, tevhid halidir. Çünkü sen karşındakinde yok olmadan aşığım deme, yalancısın. Aşk, ölmeyi bile göze almaktır. Bakın bu kadar insan intihar ediyor, bu intiharların önemli bir kısmı aşk intiharıdır. Ve enteresandır, çoğu erkektir. Kadınlardan aşk için intihar eden çok azdır. Niye? Çünkü kadın mâşuktur, âşık değil. Kadın âşık olamaz, kadınlar âşık olana âşık olurlar. Onlar çünkü aynadır. Onların hareket kabiliyeti yoktur, onlar sabittir. Onlar, erkeğin kendindeki nuru gördüğü aynalardır. Karşı konulamaz, büyük bir cevelandan bahsediyoruz. O yüzden en büyük makam aşk makamıdır. Her işi aşkla yapmak gerekir. Gönülsüz yapılan işten hayır gelmez.
Abdülaziz Bekkine’nindi yanılmıyorsam, ‘Hırsızlık bile yapacaksan, sıdk-ı gönülle yap’ dermiş…
Birçok mürşid öyle söyler. “Oğlum, günahınızı bile aşkla yapın. Onu bile numaradan yapmayın. Yüzeysel yapmayın.” Tabii bu günaha teşvik için değil, aksine insanı sahtelikten, samimiyetsizlikten kurtarmak için söylenen bir sözdür.
Aşk ile yapmak, kalbi harekete geçirecek o da zaten aklı gönlün yedeğine verecek.
Evet, çünkü Allah’ın bir ismi de El-Vedûd, yani Aşk’tır. Aşk, Allah’ın ismidir. O yüzden ben musiki sohbetlerimde de söylerim: Bence “beşeri aşk” veya “ilahi aşk” ayrımı yapılamaz. Aşk tektir. Birisi basamaktır, diğeri menzildir. İnsanın insana olan aşkı evet yoldur ama küçük bir şey değildir. Onu veren de Allah’tır. Bir kızı benim sevmemi sağlayan şey Allah değil mi? Allah aşkı vermese kim kimi sevebilir?
Neşet Ertaş, ‘Oğlan sever de alamazsa aşk olur’ der ya, onu hatırladım şimdi.
Güzelmiş. Bu mesafe kavramı çok önemlidir. Firak, fark… Bunlar mesafe bildirir, ben ve sen arasındaki mesafe. O mesafe, fiziksel bir mesafe değildir. Evlenememek, gerdeğe girememek falan değildir. Vuslat meselesidir. Vuslat da her zaman fiziksel değildir. İslam cemiyetlerindeki aşk hikâyelerinin ortak bir yönü var: Sevenler pek kavuşamaz. O yüzden zaten Mecnun Leyla’dan geçiyor, Allahu Teâlâ’ya eriyor.
Neden kavuşamıyor?
Yani Leyla’yla düğünü olsaydı, iki tane çocuğu, araba-ev taksidi olsaydı o adam bitmişti. Ama kavuşamamak, gerçek mâşuku, yani Allah’ı hissettiren bir şey… “Çıkar perdeyi aradan, geriye kalır Yaradan.” O yüzden bizde her zaman “derdi sevmek” diye bir şey vardır. Dünya zaten ayrılık yeridir. Bu ayrılıklara kapılacağına, Allahu Teâlâ’dan başka hiçbir şeyin hakikatinin olmadığını anladığın anda meseleleri daha açık görmeye başlarsın. O zaman Leyla’ya takılmaz, gerçek maşuku tanımış olursun. Leyla’nın kıymeti de zaten Allahu Teâlâ’nın ona gönderdiği aşk nimetiyledir. Dolayısıyla merkezi kaçırmıyorsun.
‘Güzel sevdi diye isnat ederler, benim Hak’tan özge sevdiğim mi var’ diyor Karacoğlan da…
Eyvallah aynen öyledir. Gerçek aşk zaten, gerçek maşuku bulduğunda olur. Senin bir kızı sevmen, aslında onu kemal derecesine çıkarman demektir. O onu aslında büyütmek, yüceltmektir. İlla kız-erkek ilişkisi olmasına da gerek yok. Bir dostunu, bir arkadaşını sevmek, hiç tanımadığın tarihte yaşayan birini sevmek, onu yüceltmektir. Allahu Teâlâ, aşkı sanki bir merdiven gibi yaratmıştır. Kimin altına konulursa o yücelir. Boyu arşa çıkar. İbni Kayyim el-Cevziyye Arapçada yetmişe yakın aşkla ilgili kavram sayıyor. Aşkın halleri... Bizim Türkçemiz de zengin diye ben hep örnek veriyorum. Mesela İngilizcede ‘to love’ diye bir kavram var. Fakat Yusuf İslam’ın Müslüman olmadan önce yaptığı çok güzel bir şarkısı vardır. ‘I love my dog as m uch as I love you’ diyor. Yani “seni sevdiğim kadar köpeğimi de seviyorum.” Burada “love” fiilinin ne kadar fakir olduğunu görüyoruz. Köpeği sevmek fiiliyle, sana aşığım demek için kullandığı fiil aynıdır. O yüzden “aşk”ın tam karşılığı ne İngilizcede vardır, ne Fransızcada. Bir tane fiilleri var. Bizde ise âşık olmak, sevdalanmak, gönül düşürmek, bir sürü...
Bunu şunun için söylüyorum, kişi gönlünde ne kadar zenginleşirse muhabbeti de o kadar zenginleştir. Mesela ilk aşka düştüğümüz vakitleri hatırlayalım, yani sokaktaki çöpçüyü bile tutup öpesin gelir, çiçeklere farklı bakarsın, otobüsleri farklı görürsün, küfrederken bile farklı küfredersin. Anlatabiliyor muyum? O gittiği zaman da öldüğünü hissedersin. Eğer hakikatini bulamadıysan, işin arkasındaki Sebeb-i mutlak’ı görmediğin zaman işin sadece bir boyutunda kalıyorsun.