Savaş Ş. Barkçin: Gençlik sorunundan bahsederken toplumun ahlak problemi üzerine düşünmeliyiz

Savaş Ş. Barkçin.
Savaş Ş. Barkçin.

Savaş Ş. Barkçin ile “ayrı bir kavim olarak andığımız gençlik kavramını”, “gençlik neden yüceltiliyor”, “mesuliyet almanın şartlarını” ve çokça tartışılan Z Kuşağı’nın şimdisini ve geleceğini konuştuk.

Gençlikten sanki ayrı bir kavim, ayrı topluluk gibi bahsediyoruz.

“Gençler çok bozuldu!”, “Bu gençlerden adam olmaz!”, “Bizim zamanımızda böyle miydi?”, “Bu gençlerle ülkenin geleceği çok karanlık!”, “Davamızı bunlara mı emanet edeceğiz?” Bu laflar hep ihtiyarların yakınmaları... Ve insanların içine düştüğü karamsarlık havasının bir yansıması bence. “Gençlik kötü durumda!” Sanki yaşlılar daha iyi! “Gençler oturmayı kalkmayı bilmiyor!” Sanki yaşlılar daha iyi biliyor.

Demografi biliminde gençliğin nereden başlayıp bittiği kesin değil. Dünyada bazı konvansiyonlar var tabii ama buna rağmen söylüyorum. Peki genç kimdir? Mesela ben kendimi genç hissediyorum, bu da yine yaşıtlarımın bir avuntusudur. Ben kendimi genç hissediyorum. Ama öbürü gençtir fakat yaşlı hissediyor. Bu meselenin sübjektif bir tarafı olduğu belli. O yüzden böyle büyük cümleler kurmak, büyük kitleleri belli çuvalların içine koymak çok yanlış.

Bir şeyi daha unutuyoruz. Gençlik insan hayatının hem bir evresi hem de toplum nüfusunun bir evresi... Hatta kurumların, cansız olan şeylerin bile yaşları var, ömürleri var. Dolayısıyla bu konuları böyle çok büyük genellemelerle açıklamak, makul olmayan sınırlar çizmek, bütün yükü gençlerin sırtına yüklemek, çok yanlış şeyler. Gençler, yaşlıların vicdanını temize çekme nesnesi değil. Gençler yaşlıların günah keçisi değil.

Yani şunu diyorsunuz: Gençlik sorunu gençlerin sorunu değil milletin sorunu.

Evet. Hepimizin sorunu. Gençlik diye bir sorun yok. Adam olmak ve ahlâk sorunu var.

Gençlik hudayinabit bir şey midir? Kendi kendine mi var olur? Gençliği konuşurken başka neleri konuşmuş oluruz?

Ailelerin geneli “ben çektim evladım çekmesin” diyorlar. Bunu diyerek çocuklardaki vazife bilincini, iş yapma disiplinini yok ediyorlar.
Ailelerin geneli “ben çektim evladım çekmesin” diyorlar. Bunu diyerek çocuklardaki vazife bilincini, iş yapma disiplinini yok ediyorlar.

Gençliği konuşurken bütün bir toplumu konuşmuş oluruz. Çünkü herkes birbirinin etkilenenidir. Gençler de bunun başında gelir. Önce anne ve babayla başlar bu etkilenme. Ardından okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz insanların da tesirlerini taşırız. Onlardan etkileniyoruz. Dolayısıyla insan aslında devreden bir varlık. Bu bir devir. Yani ben de gençliğimi devrettim. Şimdi maalesef ihtiyarlara yaklaşmış durumdayım. Gençler de çocukluğu devretti. Biz de öyle yaşadık. Konunun merkezine dönersek problemi görebiliriz: Günah keçisi bulmak.

Aslında bu da dönemin bir karakteri. Yani gençlerle ilgili olmasa da işte “efendim Türkiye'de büyük ekonomik kriz var ama bunu dış güçler yapıyor” filan diyoruz. Yani bizimle hiç alakası yok sorunlarımızın. Her şey harikaymış ama dış güçler bozuyorlarmış gibi...

Kur'an'da da âyet var ya, “başınıza gelenler sizin yapıp ettiklerinizden dolayıdır” diye. Burada bizim hepimizi birbirimize bağlayan bir zincir ortaya çıkıyor sanki bir yandan.

Evet. Nasrettin Hoca’nın da bir fıkrası var ya. Hoca bir gün ata zıplayarak binmeye çalışmış, üzengisine basmadan. Yere düşmüş, “şimdi genç olacaktım ki” demiş. Sonra kendi kendine durmuş demiş ki, “ben senin demiş gençliğini de bilirim!” O hesap.

Bir bu kuşakların isimlendirilmesi meselesi var. Kavramsal bir tayin yapıyoruz sanki. X, Y, Z…

Bu kuşak isimlendirmelerini tehlikeli buluyorum. Baby Boomers*, X kuşağı, Milenyum kuşağı, Y kuşağı, Z kuşağı... Bu kuşak isimleri Amerikan toplumuna has nesil isimleri. Senin değil ki. Yani mesela çocuk patlaması manasına “baby boomer” derler. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Amerika'daki çocuk sayısındaki patlama... Tamam da seninle ne alakası var?

Gençlerin mecburi bir mensubiyeti var yani…

Genel bir takım küresel ortak özellikler vardır elbette. Sonuçta dünyada aynı şartlar, benzeri süreçler, benzeri sorunlarla muhatap olarak yaşıyoruz. Her devir böyle, yeni bir şey değil. Ama bu isimlendirmelere de dikkat etmek lazım. Çünkü bilimsel makalelerden başlayarak nesil isimlendirmeleri üzerinden belli sosyal ve politik tezler geliştiriliyor. Bunlar da izlenen politikalara yön veriyor.

Ve gençliğe bir karakter ataması yapılıyor. Bir kalıba girmeleri isteniyor…

Aynen öyle. Yani bu gençliğin doğal haliyle tanımlanması değil, birtakım önceden konulmuş kriterlere göre bir yere sıkıştırılması veya yönlendirilmesi. Yine aynı üçkağıtla karşılaşıyoruz. Yani batının “doğu” dediği gibi, “doğu” diyerek seni bir yere sıkıştırdığı gibi. O konuda da çok dikkatli olmak lazım. Ben genelde böyle isimlendirmeleri kullanmayı sevmiyorum. Yani kuşak isimlendirmeleri, yanlış. Bir şeyin kavramı, o şeyin anlamını belirliyor. Yanlış bir kavram kullanırsak yanlış anlamlandırılır.

Bu kuşak isimlendirmeleri hatırladığım kadarıyla 60'lı yıllarda Amerika'daki sosyal araştırmalarda ilk defa kullanılmaya başlanıyor. Baby Boomer, Generation X, Y, Z falan diye gidiyor. Şimdi harflerin sonuna geldik. Hadi bakalım bundan sonra ne olacak?

Bir de oy kullanma yaşı 18 mesela. Ama aynı zamanda 18 yaşında birisinin aile kurmasını beklemiyoruz. Toplumdaki bu ortalama bize ne söylemeye çalışıyor? Bir kaos var sanki.

Çok güzel bir sual. Aslında insanın Allah'tan kopmasının aynı zamanda kendi tabiatından da kopması demek olduğuna dair çok güzel bir örnek. Yani insanın hukuki yetkinliği ile biyolojik yetişkinliği arasında kopukluk var. Mesela Amerika'da, yanlış bilmiyorsam 21 yaşına kadar alkol satın alınamaz. Ama 16 yaşından itibaren araba kullanabilir. Yani yamalı bohça gibi. Aslında bunun temeli senin söylediğin gibi insanı fıtri olarak tanımlamamaktan başlayan bir şey. Nitekim eskiden bir kadının veya erkeğin 15 yaşında evlenmesi doğaldı. 16 yaşında anne olurdu, baba olurdu. Gelenekteki doğal yaş ve doğal yaşam süreçlerinin paralelliği kırılınca bu sefer gençlik, çocukluk, orta yaşlılık, ihtiyarlık kavramları da doğal sürecinden kopup yapay bir zemine yerleşiyor. Yani fıtrattan kopuyor. Mesela ben 51 yaşında emekli oldum. Bir insanın en tecrübeli olduğu bir zaman bu. Aynı şekilde gençlerin giderek daha çocuklaşması, çocukların neredeyse bebek gibi kabul edilmesi, sorumluluk, yetki, ahlâk, edep noktasında noktasında mazur görülmesi aslında yaş ve yaşlılarla ilgili bir şey değil. İnsanların Allah ile olan irtibatlarının bozulmasıyla ilgili bir şey. Çünkü Allah ile irtibat bozulunca fıtrat bozulur. Her alanda bunun yansımasını görüyoruz.

Yani şu an öyle bir sistem var ki gençlerin enerjisini ve mesuliyet alma ateşini istemiyor. Ve işte 45 yaş üstü, olgun, tecrübelerinden istifade edebileceğimiz kesime de siz emeklisiniz, durun diyor.

Yani “genç” denilenler sorumlu yaşamaya ancak 28 yaşında başlıyorlar ortalama. Evlilik, işe girme, bir şeyleri başarma yaşı diyelim işte. Bu garibanlara da hayatlarının 50'li yıllarında dur deniliyor. Yani toplumun da istifade edeceği havuz daraltılıyor. O insanların da kendilerine verimli kılması engelleniyor. Burada çarpıcı bir şey olsun diye söyleyeyim, ben masal da yazıyorum. Klasik masallarım var. Şimdi sen de bilirsin yani 20. yüzyıla kadar masal denilen şey doğrudan çocuklarla irtibatlı algılanmıyor. Çünkü masal, mesel diyor. Misal kelimesiyle aynı kökten gelen iki kelime. Dolayısıyla yaşlılık, gençlik, çocukluk tanımlamaları zaten dönem dönem değişiyor. Bunda da özellikle Batı'nın dünyaya tahakküm üzerinden aktardığı kalıpların çok büyük tesiri var. Gençlik Batı’nın tahakkümüyle sürekli değişen bir yaşa ve tanıma sahip. Bir de bunun gerçek hayattaki karşılığı var.

Mesela şu anda bizim yaşımızdaki (50-60 yaş) insanlar gençlerden en çok şikâyet eden yaş grubu galiba. “30 yaşına vardılar hâlâ sorumluluğu bilmiyorlar “ diyorlar. Halbuki sorumluluk verilen bir şeydir. Bizim onları yetiştirmemizdeki eksiği o çocuklara günahmış gibi, eksikmiş gibi yamıyoruz. Bu yaşla ilgili bir şey değil. Terbiyeyle ilgili bir şey. Yani senin çocuklarını nasıl o yola soktuğunla ilgili.

Peki ne oldu da çocuklar eskisi gibi yetiştirilmemeye başlandı?

Eski dönemlere kıyasla insanların ömür beklentisi tıpla birlikte uzadı. Ama bu her şeyin daha da iyi olduğu anlamına gelmiyor. O yüzden “yaşam kalitesi” diye bir şey uydurdular. Bu da yeni bir pazarlama alanı biliyorsunuz. Kişisel gelişim hikâyeleri, yoga matı, vs. devasa bir pazar var orda… Eski zamanlarda büyük iş yapmış insanların hayatlarına baktığınız zaman bu adamların birçoğu genç yaşlarda ölmüşler. Yani bizim bugün “al şunu git bakkaldan peynir al” demeye kıyamadığımız yaştaki insanlar o yaşa kadar her şeyi bitirmişler. Eserler vermişler, meşhur olmuşlar, genç yaşta da vefat etmişler. Dolayısıyla yaş algısı insanların kendi yaşadıkları dönemin değerleriyle ve genellemeleriyle iç içe.

Bizim neslin asıl yanılgısı “ben çektim, çocuklarım çekmesin” lâfıdır. Evet bizim gibiler için eğitim dışında bir refah ve parlak gelecek seçeneği yoktu. Paraları yok ki miras bıraksınlar. Okumuş bir insanın hayat tarzı farklı oluyor. Onların kendi çocuklarına koyduğu çıta daha yukarıda oluyor. Şimdi diyorsun benim çocuğum benim çektiğimi çekmesin. Bu doğal bir şey tabii. Her şeyi veriyorsun. Ama sorumluluk ve terbiye vermeyi unutuyorsun.

Yanlış bir merhamet mi acaba? Böyle adlandırabilir miyiz?

Şefkatin, merhametin de bir ölçüsü, kıvamı var. Ana-babalıkta da öyle. Mesela benim büyük oğlum 34 yaşında. Lisede okurken yaz tatillerinde yakınımızdaki bir gecekondu mahallesinde, bakkala çırak verdik. İhtiyacı var mı? Yok. Niye verdim? Fakirlere karşı hem merhamet hem mesuliyet duysun diye. İkincisi, bir şeyi becerebilme ve emeğiyle kazanma zevkini elde etsin diye. Hatta oğlumun haberi olmadan onun haftalıklarını da ben gizli gizli ustasına veriyordum. Çünkü ustasının kendini geçindirecek durumu yoktu.

Evet, insanın orada şefkatini dizginlemesi lazım. Kolay mı? İnsanın içi parçalanır çocuğunu zorlanacağını bildiği bir işe gönderirken. İnsan kıyamıyor. Ama bazen evvelden kıydığın vakit o insan sonradan kıyılmaz hale gelir. Onun hamuruna da biraz sertlik katman lazım. Bu senin asıl vazifen. Böyle yetiştiren aileler de hâlâ var tabii. Ama geneli “Ben çektim evladım çekmesin” diyorlar. Bu sefer çocuklardaki vazife bilincini, iş yapma disiplinini yok ediyorlar. Yani “sen otur kızım, ben yaparım” veya “oğlum sen dersine bak, ben hallederim.” Bunlar çok yanlış şeyler.

Peki gençlere ne diyeceğiz? Örneğin emeği yeniden hatırlama konusunda…

İşin bir kolay yolu var, bir de zor yolu. Kolay yolu, bunun bir ahlâk, yani alışkanlık sorunu olduğunu anlayıp kendini değiştirmek. Zor yolu ise hayatta uzun yıllar büyük sıkıntılar çekerek öğrenmek. Kolay yol diyoruz ama o da zor tabii. İnsanlara bağımlı olmamayı, hak etmediğini talep etmemeyi, takdir beklemeden çok çalışmayı bir erdem olarak benimsemek zordur. Emeksiz yemek zordur. Çünkü o şekilde yetişmemişsin. Biz çocukluğumuzdan beri çalışarak okuduk. Bizim için hep ve sürekli olarak çalışmak normaldir. Bir şeyi hak etmek için çok çalışmak bizim nesiller için neredeyse bir şeref meselesidir.

Terbiye eğer anne-babada mevcutsa çocuğuna verebilirler. Yani anne ve babaların bilinç durumu çok önemli. Mesela “çocuk yapmak” diye bir tabir var. Ne kadar yanlış. Çocuk yapılmaz. Çocuk nasip olur. Çünkü o senin ürünün veya malın değil. Bakın dildeki bu bozulma, Allah ile aramızın nasıl bozulduğunun bir göstergesidir. Yani insanın Allah ile arası açılınca âlemle de arası açılıyor. Bunu hâlâ anlayamadık. Çünkü dini hâlâ dini olmayan kalıplarla anlamaya çalışıyoruz. Sosyolojik bir din anlayışı bu... Dinin kendisi değil, dedikodusu.

Mesele gençlik değil yani…

Şimdi bunu da belli bir yaş grubuna hasredemeyiz. Yani benim yaşımda veya daha yaşlı birçok tahsilli insan tanıyorum. Terbiyesiz insanlar yani. İki kere oturup konuşamıyorum. Onlarla bir yere yemek yemeye gidince utanıyorum. Çünkü garsonlara nobran davranışlarını görüyorum. Bir emekçiye nasıl hitap ettiklerini görüyorum. Bunlar güya dindar insanlar. Şimdi bu adamın çocuklarının nasıl yetiştirdiğini düşün.

İnternet çağında bir genç kendisini bu tarz durumlardan nasıl koruyabilir? Çünkü burada nefsin büyük bir konusu var…

İşin kökü hep aynı. Anne baba çocuğun ilk mürşididir. Doğru ve yanlışı çocuğa muhabbetle benimsetmiş iseler, o çocuk hayatı boyunca kolay kolay yoldan çıkmaz. En büyük siyaset nefsi terbiye. Çünkü insan kendi başına da olsa, imkânları elinde de olsa kötülük yapmaktan alıkoyar. Başka ne veya kim alıkoyabilir ki? Parası var adamın. Her türlü rezilliği yapabilir. Ama yapmıyor. Erdem sahibi oluyor. Bizim muhafazakârlarımızın dünyasında, kusura bakılmasın, genellikle dindarlık kılıfı altında maddiyatçılık var. Bu zaten deizme bir adım uzakta olan bir durak... Son iki asırdır dinin sürekli maddi formlarla, maddi hedeflerle ve maddi değerlerle tanımlanmasıyla ilgili. Çocuklarla ilgili tasavvurlar da böyle. Onları Allah’ın bir nimeti, bir emaneti olmaktan çok kendi malı-mülkü gibi görüyor. Çocuğun tepesine çıkıyor.

İnsan kendi nefsinden hür olunca, bütün diğer bağlardan da hür olur.
İnsan kendi nefsinden hür olunca, bütün diğer bağlardan da hür olur.

Tasarlanmış bir hayat veriyorlar ama Allah da tabii o tasarıyı bozuyor.

Dolayısıyla ona buna suç atacağımıza önce biz Allah ile şu aramızı bir düzeltelim.

Peki bize bir kılavuz verseniz. Hatta belki burada yaşlıların da yapması gereken şeyler vardır. Ne yapsınlar?

Önce “Bismillahirrahmanirrahim” diyelim. Allahu Teala bir ömür vermiş. Bir gün bile büyük bir süre. Buna şükredelim. Sonra, “benim yapacak çok işim var. Bir an bile duramam” diyerek sürekli gayret edelim. Dünyada ve ahirette işimize yaramayan boş söz, boş iş, boş insanlardan uzak duralım. Zaten bu üçü genelde aynı kapta oluyor. İnsan bunlardan uzak durmalı. Çünkü bunların ne ahirette ne de dünyada sana faydası yok. Üçüncüsü hayatlarımızı disipline edelim. Nasıl? Zamanı kullanmayı bilelim. Yani hangi işin en önemli, hangi işin daha az önemli olduğunu karar verelim. İşleri ona göre sıralayalım. Dördüncüsü, senin emek verdiğin şey, seni yücelten şeydir. Senin asıl ismini kazandıran şey emek verdiğin şeylerdir. Seni aldılar bir yere koydular. Hak etmediysen inan üç sene o işin belki sefasını sürersin, havasını atarsın, cakasını satarsın. Evet. Üç sene sonra kimse seni hatırlamaz. Ayaklar altında kalırsın. Böyle çok insan var. Biz öyle olmayalım.

Kendimizi bilen olalım.

Evet. O yüzden Allah ile aramızı hoş tutalım. Allah'ın bizden istediklerini öğrenelim. En önce öğrenmemiz gereken şey bu. Yani helaller ve haramlar. Ama biz temel inanç ilkelerini bile bilmiyoruz. Bu çok tehlikeli. Çünkü bu devir imana en çok saldırının olduğu dönem. Giderek de artacak. Bir de neyi yapacaksan kendini, kişiliğini muhafaza ederek yapacaksın. Özgünlüğüne önem vererek yapacaksın.

Aslında popüler bir dayatma olan özgürlüğe karşı siz hürriyeti tavsiye ediyorsunuz.

İnsan kendi nefsinden hür olunca, bütün diğer bağlardan da hür olur. O hürriyet de ancak Allah’a bağlanılıp kazanılan şeydir. Ben şimdi konuşuyorum ama Allah için mi konuşuyorum? Millet beni alkışlasın diye mi yoksa Allah için mi? Yani insanları aldatmış olabilir miyiz? Bu sorgulama hiç bitmemeli. Yolda düzelirsin. Ama önce yola girmen lazım. Yolu bilmen lâzım.

  • *Baby Boomers: Genellikle boomers olarak kısaltılan baby boomers Sessiz Kuşak'tan (1928-1945 arası doğanlar olarak açıklanabilir) sonra, X Kuşağı'ndan önce gelen demografik bir grup. Kuşak, genellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan nüfus patlamasını kapsayan 1946'dan 1964'e kadar doğan insanlardan oluşmaktadır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım