Şarkılarla taşınan, şarkılardan taşan o geçmiş
Bize ait olmayan zamanların, bize rağmen, şarkılar üzerinden tutulan kaydı vardır hafızanın kıvrımlarında. Öyleyse hızlıca gezinelim o kıvrımlarda, rastladığımız sahneleri hızlıca çıkaralım günün kollarına...
Çocukluğumuzu ve gençliğimizi muhafaza eden "o an" lardan pek haberdar değilizdir çoğu zaman. Yıllar yıllar sonra fark ederiz ki, solmasın diye sakladıklarımız çoktan solup yok olmuş, muhafaza altına almaya niyet etmediğimiz şeyler bize rağmen kendileri için en korunaklı mahzenleri inşa etmiştir. İnsan kendi kuytusunu, bazen bir fotoğraf sahnesi eşliğinde, bazen bir koku, bazen de bir şarkının ritminde buluverir. "Bir lazım olur" diye eline geçeni saklayan, ne ki sakladığını unutan yaşlı insanların, bir zamanlar değerli iken artık değerini çoktan yitirmiş olan şeylerle karşılaştıklarında söyledikleri o cümle: Burada bu mu varmış?.. Dünün bir şarkı eşliğinde güne taşındığını fark edince neredeyse aynı tepkiyi veririz: Bu şarkı o ânın kayıt kâtibi miymiş! Ya da o âna fon müziği olan bu şarkı, bu türkü acaba hangi duygunun barınağı idi diye şevkle hatırlamaya gayret ederiz. Bazen o duyguyu, mahcubiyetin ya da hayal kırıklığının gölgesinde hatırlarız. Fakat çoğunlukla hatırlamanın yükü ağır geldiği için dökülen kezzabın arkasında bıraktığı o hasarı, o boşluğu görürüz, hatırlanmak istenenin yerinde. Bize ait olmayan zamanların, bize rağmen, şarkılar üzerinden tutulan kaydı vardır hafızanın kıvrımlarında. Öyleyse hızlıca gezinelim o kıvrımlarda, rastladığımız sahneleri hızlıca çıkaralım günün kollarına...
1960'ların sonu olmalı. Bir pazar günü büyükbabam hatırını kıramadığı hemşerisinin peşi sıra Taksim Çakıl Gazinosu'na götürüyor bizi. Nuri Sesigüzel dinleyeceğiz. Ama o günden aklımda kalan Nuri Sesigüzel değil, sahneyi samanlarla ve at arabası ile köy ortamına çeviren Yıldıray Çınar oldu. Ne zaman televizyonda Yıldıray Çınar'ı görsek üçümüzün birbirine hatırlattığı o sahne yıllarca dile geldi: "Saman balyalarının üzerinde türkü okuyan adam değil mi bu?" (Yıllar yıllar sonra Yıldıray Çınar'ın yaşını büyüterek askerlik yapması ile Rudyard Kipling'in oğlunun, gözleri askere gitmesine engel olacak derecede bozuk olduğu hâlde askere gidebilir raporu almak için yaptığı hile, bir devrin ruhunu anlamak üzere aynı dosyada buluşacak; günümüzde vücudunda hasar oluşturarak askerlikten kurtulmak isteyenlerle, askerliğini eğitim durumundan tecil ettirerek 40 yaşında asker olanların hikâyesi ile birleşecekti.
Ne ile mi? Yıldıray Çınar'ın sesinden bir türkü ile elbet: "Allı turnam ne gezersin burada...") İlkokuldayım. Yıl 1971, aylardan Mart. Öğlen yemeği için eve gidiyoruz. Evimizin yakınında bulunan Ar-Yıldız çatal kaşık fabrikasının işçileri ile Sancak Tül fabrikasının işçileri de tıpkı bizim gibi yemek molasında. Biz evlerimize dağılıyoruz, onlar bakkallara. Minik bir kutu barbunya konserve ya da yarım ekmek içi helva alıp yiyecekler. Ama aralarından bazıları karnını doyurmak yerine bağıra bağıra şarkı söylüyor: "Kendim ettim kendim buldum, gül gibi sarardım soldum, eyvah eyvah..." İçindeki enkazı sesine yükleyip dışarı salanlarla karşılaşınca "kara sevda" denir geçilirdi o yıllarda. Ama "Kendim ettim kendim buldum gül gibi sarardım soldum, eyvah eyvah..." diyen, mavi işçi elbiseleri içindeki bu adamlar, yüzlerindeki isi sabunların arıtamadığı bu adamlar, şarkının sözlerini şarkıya ihanet eden bir neşe içinde söylüyordu. Günümüzde hislere tercüman olan, bir film sahnesi ya da bir fotoğraf karesi.
Hayatımızın henüz birkaç ekran arasında taksim edilmediği o yıllarda, o radyolu günlerde, en ziyade şarkıların mihmandarlığında yol alınırdı. Bağda bahçede iş yaparken, deyiş atıp mani okuyarak iş zamanına eğlence aşısı yapan kültürümüzün, şehirli versiyonuydu bu... Nitekim 12 Mart 1971 Muhtırası ile Demirel "şapkasını alıp" giderken, kamu hissiyatı onun gidişine "Kendim ettim, kendim buldum" şarkısını uygun görmüştü. 1970'ler, sana yağ ve tüp kuyruklarının, elektrik kesintilerinin olduğu yıllar olarak kayıtlı zihnin tekinsiz köşelerinde. O yılların kaydı, kâh fazla aydınlık kâh fazla karanlık. Tıpkı lüks lambası eşliğinde yapılan dersler gibi, tıpkı dakikalarca önümüzü görmeden okuldan eve yürüdüğümüz yollar gibi karanlık. O geceler elektrik kesintisine maruz olan hanemiz, babamın ısrarımıza dayanamayarak söylediği "Makber" şarkısı ile aydınlanıyor. Nedendir bilinmez, babam Türk sanat müziğini işten yorgun gelmiş uzanırken gözleri kapalı dinliyor, kendisi söyleyeceği zaman şarkının sözü ile uyumlu olması şartmış gibi "Her yer karanlık" bir atmosferi bekliyordu.
"Her türlü müzik dinlerim" diyenlerin cümlesine yoldaş bir cümlem var benim de: Belleğimde her türlü müziğin eşlik ettiği bir hayat sahnesi kaydına rastlamak mümkün, çağırışımın izini doğru sürmek şartıyla...
Türküleri ise iş yaparken, işine ve içine neşe katacağı zaman söylüyordu: "Denizin dibinde Hatçe'm demirden evler..." 1979-1980 lise son sınıf öğrencisiyim. İstanbul'un tehditkâr lise ortamından beni kurtarabilmek için babam hanemizi Afyon'a taşıyor. Oysa ağabeyim İ.Ü. Hukuk Fakültesi'nde öğrenci. Afyon Lisesi'ne zoraki kaydım yapılıyor. Sıra arkadaşım "doktorun kızı", ben "İstanbul'dan gelen kız". Tanışacağız yavaş yavaş. Bana ilk sorduğu soru "Ayağında Kundura" şarkısını sevip sevmediğim oluyor. Temkinliyim. "Hiç dinlemedim, hiç duymadım" demiyorum. "Söyleyene göre değişir" diyorum. "İbrahim Tatlıses'ten başka kim söyleyebilir ki!" oluyor cevabı. "Ayağında Kundura"yı duymadığım gibi İbrahim Tatlıses'i de duymamıştım. Bildiğim şarkılar TRT repertuarıydı, şarkıcılardan ziyade beste ve güfteye odaklıydım. Yusuf Nalkesen, Avni Anıl, Selahattin İçli, Saadettin Kaynak...
Çünkü TRT spikerleri dikkatimizi yorumcudan ziyade bestekâra ve bestenin sözlerine yoğunlaştırıyordu. "Sıradaki şarkımız, güftesi Orhan Seyfi Orhun'a, bestesi Yusuf Nalkesen'e ait olan muhayyer kürdi şarkı: "Hani o bırakıp giderken seni, bu öksüz tavrını takmayacaktın." (Dinleyenler şarkıyı bir aşk şarkısı olarak dinleyecekti. Oysa Orhan Seyfi Orhon eşini kanserden kaybedince yıkılmış, henüz toparlanamadan bu defa kızının kansere yakalandığını öğrenmişti. Kızı babasına arkasından ağlamaması için söz verdirmişti. Şiir, verilen sözün tutulamayışına dair derin bir ah hikâyesidir: "Gelse de en acı sözler dilime/ Uçacak sanırdım birkaç kelime.../ Bir alev hâlinde düştün elime/ Hani ey gözyaşım akmayacaktın?") Müzik konusunda yaşıtlarım arasında bir hayli yaşlı kalıyordum. Ne Selma gibi polis radyosundan Orhan Gencebay dinleme tutkum vardı ne Elif gibi gece yarısı yayımlanan Berkant konserini dinlemek için kulağım radyoda uyuma alışkanlığım. Alt komşumuzun delişmen kızının İlhan İrem hayranlığı bütün apartmanın can sıkıntısı idi zaten.
Üst kat komşumuz "Şu adamı meletip durmasalar" derdi. İlhan İrem'im sözleri farklı, bestesi hep aynı şarkıları belli ki Emine Hanım Teyzeye "meleme" gibi geliyordu. 1980'lerin ikinci yarısı, karşı daireye gelin gelen Havva Abla'nın balkonda bir taraftan Ferdi Özbeğen kasetleri dinleyip bir taraftan "dışarıya" dantel ördüğü yıllar. Balkondan taşan, kapı açılınca kapıdan taşan ses ile Havva Abla'nın evi bir taverna gibi renkli idi. Tam o kapıyı açmış, sütçüden süt alırken Ferdi Özbeğen "Ahmet Beyler de buradaymış, hoş gelmişler" derdi mesela, sütçü içerde piyano olduğuna yemin edebilirdi. "Her türlü müzik dinlerim" diyenlerin cümlesine yoldaş bir cümlem var benim de: Belleğimde her türlü müziğin eşlik ettiği bir hayat sahnesi kaydına rastlamak mümkün, çağırışımın izini doğru sürmek şartıyla...
Yıl 1984, felsefe öğrencisiyim. Ne okuyorsun sorusuna felsefe cevabı vermemeyi itiyat hâline getirdiğim yıllar. Ahmet Özhan'ın "Hüzün" albümü piyasaya çıkmıştı. O albümün ne zaman çıktığını bu kadar net hatırlamam, en yakın arkadaşımın Ahmet Özhan'ı sahnede dinledikten sonra "Vücud ikliminin sultanı sensin" şarkısının içinde yaşamaya başlaması sebebiyledir büyük ihtimâl. "Bir kitap okudum, hayatım değişti" faslının "Bir konsere gittim, hayatım değişti" bahsidir devreye giren. Bu platonik aşk yüzünden derslere girilmeyecek, "hüzün zaman zaman deli dalgalarla" gelince, arkadaşımın hissiyatını ancak deniz yatıştırabilecek, soluğu ya Yahya Efendi Dergâhı'nda ya da Aziz Mahmud Hüdai Tekkesi'nde gidermeye çalışacaktık. "Deniz gamı alınca" arkadaşım sahnedeki o anı tekrar anlatacak, "Şarkı işte öyle edep ile, öyle huzurlu, öyle huzurda söylenmeli" diyecekti.
1990'ların ortası. Ahmet Kaya'nın sesi portatif kaset çaların içinde köyün sokaklarında dolaşıyor: "O mahur beste çalar, Müjgan'la ben ağlaşırdık..." Babamın hayat hikâyesi ile -romandaki Muhsinharmanladığım Hiçbiryer romanını henüz zihnimde gezdiriyor, zihnimde gezdirirken ışık ve koku ile anlatacaklarıma sahneler kuruyordum. Ahmet Kaya'nın şarkısı, yazarken takıldığım noktalarda beni kuyudan çıkaracak ip oldu. Zihnim, Ahmet Kaya şarkısının ritminde, o an köyün bütün ortamını, renk, şekil, koku olarak zapt etmişti. Hiçbiryer romanının kahramanı Şahin'in unutamadığı aşkının adı Müjgan olacaktı. Yazdıkça akar bu yazı. Şarkılar saklandıkları yerden muhafaza ettikleri ile birlikte gün yüzüne çıkmaya devam eder. İhtilallerin şarkıları, liderlerin şarkıcıları, dünün yükü ile birlikte güne dalmak için fırsat kollar.
Hasan Mutlucan'ın sesi mesela. "Yine de şahlanıyor aman..." Ne zaman Hasan Mutlucan'ın davudi sesi kulağımıza gelse, gözümüzün önünde 12 Eylül'ün tankları... Şarkıların taşıdığı geçmiş, şarkılardan taşan geçmiş mümbit bir hazinedir, ne ki bize ayrılan "ân"ın sonuna geldik...