Sanılgı
Her akşam olduğu gibi evine gitmek için geçmek zorunda olduğu, hatırasındaki çocukluğundan kalan en hazin sahnelerin can bulduğu o dar ve uzun sokağa varmak üzereydi. Köşeyi dönüp sokağa girdiğinde kendinde bir adım daha atacak güç bulamadı. Oysaki buradan ruhsuz, başı önde, öylesine geçip gitmeye alışmıştı. Ama bugün yıllardır her gün, hep aynı saatte geçtiği bu sokakta bir anda kalakalmıştı. Dar sokağının iki yanındaki evlere baktı, elini duvarlarına sürdü ve başını kaldırıp ileri doğru baktı. Çocukluğundan bir anı geldi gözünün önüne. “Burada bir ağaç vardı.” diye geçirdi kendi içinden… Üstüne tırmandıkları, dalları gökyüzüne değen, altına gelerek güneşten kaçtıkları bu ağaca ne olduğunu düşündü. Ancak gözleri o kadar bakar köre dönüşmüştü ki o ağacın ne zamandır orada olmadığını hatırlayamadı.
Tekrar adım atmaya başladı ama bu defa eve gitmek için değil. O fark etmeden buradan hep gelir geçerken nelerin kaybolduğunu anlamaya çalıştı. Sokağı yarıladığında ilk defa içini bir ürperti kapladı, o evin önünde durdu. Eski, bakıma muhtaç hâlde, sıvaları dökülen evin dış duvarında ellerini gezdirmeye başladı. “Bu evin duvarında sarmaşıklar vardı.” dedi içinden. Duvar boyunca uzanan, baharda ve yaz aylarında yemyeşil koca yapraklı, sonbahar ve kışın ise duvarlarda kahverengi çizgilerden ibaret olan boş dallarını hatırladı. Ne zamandır yoktu o sarmaşık burada? Kendinin yıllardır yaşadığı sokağında bir yabancı olduğunu fark etti. Birden artık burada doğru düzgün kimseyi tanımadığını hatırladı. Oysaki çocukken bu sokaktaki herkesin evine girip çıkmışlığı vardı. Hatta bazı günler kahvaltıyı bir evde yer, oyun oynarken başka bir evde su içer, akşam başka bir evde yemek yerdi. Sonra duvara kazınmış iki harfi gördü. Bunca zamandır orada duruyor olmalarına ve o kadar yıl bu sokaktan geçmesine rağmen nasıl tesadüf edemediğine şaşırmıştı. Dahası bunca yıldır bu buraya kazımış olduğunu tamamen unutmuştu. Bence dedi, her şey gibi bu da silinmeli, yok olup gitmeli. Eline geçirdiği sivri bir taş ile unutmaya çalıştığı geçmişine ait yeryüzündeki son kalıntıyı yok ettiğinde içindeki ürpertinin kaybolduğunu fark etti. Tamam dedi içinden, geçmişten bir şeyi daha bu dünyadan silip atmıştı. Olduğu yerden doğrulup, derin bir nefes çekerek yürümeye başladı. Ancak adım attıkça içini yeniden bir karamsarlık kapladı. Geçmişi unuttuğunu sanıyordu. Ama sanmak; aynı anda emin olmanın da yanılmanın da tam ortasında olmaktır. Eve gitmeye gücü yetmedi, diğer sokağa dalıp yokuş yukarı hızlı adımlarla çıkmaya başladı. Daha yüksek bir yere çıkarsa, daha rahat nefes alabileceğini sandı.
Mahallenin en yüksek sokağına çıktı ve şehre bakıyordu. Milyonlarca ışık yanıp sönüyordu. Kendi kendine “Duygularım ete kemiğe bürünse, işte böyle görünürdü.” dedi. “Yanan ışıklar umudum, sönenlerse inancım… Karanlık ise sandığım şeyler…” diye söylendi. İnandığı, inandırıldığı ve kendini inandırdığı şeyleri düşündü unutmaya çalışmayı bir kenara bırakıp. İnsan her zaman inanmadığı ya da merakta kaldığı zamanlarda “neden” diye sorar. Cevap alabilmek içinse gerçeğin peşine düşer. Her zaman merak etmişti; inandığında neden ‘neden’ diye sormaz insan? Herkesin kendine karşı yaptığı savunmayı hatırladı “Ben seni kandırmadım, sen öyle sanmışsın…” Birden kendi kendini yanıtladı, “öyle sanmıştım.” Sırf bu nedenle kimseyi suçlayamıyordu. Kusurlu tarafın kendi olduğuna inanıyordu. Çünkü sanmanın böyle bir illüzyonu vardır. Başkaları öyle sanmana izin verse bile…
Bir şeyin olması ya da olmaması değil, kötü olan sanmaktır. Fakat sanmak; bilinenden, fark edilenden daha çok insanın hayatına egemen olur. Hatırla; sevdi sandın, özledi sandın, istedi sandın, gitmez sandın, her şeye değer sandın… Çünkü sanrılar kurban istemişti. Sanmak bir fiilden daha çok bir duygudur. Hayal kırıklığıdır, insanın içindeki hüzündür, mutlu etmez ama içinde bulunduğun kısa huzurlu, neşeli, güvenli anı mutluluk sanmaktır. Tüm dünyanın seni kandırmadığı sadece senin öyle sandığın sanrısı ile yaşamaktır.