Said Halim Paşa, çağının çok ilerisinde bir entelektüeldir
Said Halim Paşa, Müslümân aklın ve yüreğin imkânları ile yaşadığı yerin târîhî-sosyolojik bağlamı arasında sıkı bir irtibat bulunduğunun bilinciyle kendini konuşlandırmıştı. Bunu başarabildiği içindir ki Paşa, yenilgi zamanlarında dahi emperyalizm karşısında farklı bir var oluşun mümkün olabileceğine ilişkin inancını sürdürmeyi başarabilmiştir.
- Ketebe Yayınları arasından okuyucuyla buluşan ve daha önce hiç yayımlanmamış makaleleri de ihtiva eden Said Halim Paşa Külliyatı’nı yayıma hazırlayan İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Vahdettin Işık Hoca’yla İslamcılık düşüncesinin belirleyici karakterlerinden Said Halim Paşa’nın çabasını, anlam dünyasını ve Türk düşüncesi için önemini konuştuk.
Baştan başlayalım. Said Halim Paşa, 1864’te henüz ve hâlâ Osmanlı toprağı olan Mısır’da, Kahire’de dünyaya geliyor. Önce belki atmosferi anlamak lazım… Nasıl bir dünyaya gözlerini açıyor Paşa? Oradan İstanbul ve Türkiye nasıl görünüyordu? Paşa’nın özellikle ilk gençliğindeki Osmanlı fotoğrafı nasıldı?
Said Halim Paşa’nın doğduğu çağda küresel iktidar merkezi artık İslam ümmeti değil Avrupa’dır. İslam ümmeti küresel iktidar odağı olma vasfını henüz kaybetmişti. 1872-1874 yıllarında, yani Said Halim Paşa’nın çocukluk döneminde yapılan nüfus sayımında Osmanlı 40 milyonluk bir ülkedir. I. Dünya Savaşı bittiğinde ise Osmanlı yaklaşık olarak 18 milyon 500 bin nüfuslu bir ülke. 40 milyondan aşağı doğru inen bir eğri var ve Cumhuriyet kurulduğunda ise 13 milyonluk bir ülke var ortada. Dolayısıyla, daha geriye gittiğimiz zaman nispeten küçülmüş, güç kaybetmiş; ama ulus devlet çağıyla mukayese ettiğimizde hâlâ Cumhuriyet’in nüfusunun 3 katı nüfusu olan bir devlet var ortada. Said Halim Paşa doğduğu zamanlarda 7 milyon kilometrekarelik coğrafyaya sahip bir devletten söz ediyoruz.
Yaklaşık olarak bugünkünün 10 katı büyüklükte bir devlet…
Evet ve o devletin en önemli parçalarından birisi de Mısır. Sömürgeciliği siyasetinin esası olarak benimsemiş olan Avrupalılar bugünkü gibi o gün de ellerinin uzanabildiği tüm dünyayı bir hayal, arzu ve tahakküm nesnesi olarak görüyorlar. Mısır da bu saldırgan tutumdan payına düşeni alıyor. 1798’de yani Fransız İhtilali’nden tam 9 yıl sonra “özgürlük” ve “eşitlik” sloganlarının muzaffer komutanı Napolyon tarafından işgal ediliyor Mısır. Çünkü Mısır’a hâkim olan güç, önündeki seddi yıkmış ve tüm dünyaya açılan bir güç olacak diye bakılıyor. Yani, Asya’yı yönetecekseniz Mısır’ı fethetmeniz gerekiyor. Mısır, dünyanın sömürgeleştirme projeksiyonundaki ilk modelleme alanıdır. Mesela Napolyon beraberinde çok sayıda bilim adamı götürüyor Mısır’a. O işgal dediğimiz salt askeri bir işgal değil yani. Ve bugün hâlâ oryantalizmin en önemli belgelerinden birisi olan 24 ciltlik bir ansiklopediyi -Description de l’Mısır adlı bir ansiklopedi- bir araya getiriyorlar. Bu eser Avrupa sömürgeciliğinin kendi dışındaki dünyayı en ince ayrıntısına kadar tahlil ve tasnif etmesinin en başarılı örneklerinden birisidir.
Fransa Mısır’ı uzun süre elinde tutamıyor…
Tutamıyor, ama bu sefer 1801’de İngiltere orayı işgal ediyor, dolayısıyla Mısır bir yandan Osmanlı’ya bağlı, ama bir yandan da aslında kendi kontrolümüzde olmayan bir devlet gibi. Bu yüzden bir devlette iki tane devlet başkanı olamayacağı için bizimkine padişah derler, öbürleri validir ama Mısır’ın yöneticisinin adı “hidiv”dir. Hidiv aslında padişah dememek için valilik statüsünün üstünde verilmiş bir unvandır, bir özel statüdür yani. Ortada böyle bir Mısır var. Ama Mısır Mehmet Ali Paşa’yla, yani Said Halim Paşa’nın dedesiyle büyük bir modernleşme hamlesine girişiyor. Biz hep Türkiye modernleşmesini konuşuyoruz ama bizdeki ilk büyük modernleşme hamleleri Mısır’dan başlıyor.
Avrupa’ya talebe göndermek; oradaki tekniğin ve bilimin buraya transferiyle ilgili çabalar göstermek, modern eğitim kurumları açmak ve bayındırlık/imar faaliyetlerine girişmek bizden önce Mısır’da başlayan bir hamledir aslında. Ve hâlâ Mısır’da, bugün bile gitseniz, Mehmet Ali Paşa büyük bir kahramandır. Hatta Sudan’a gitseniz bile böyledir. Onları yoksulluktan kurtaran, yeni dünyanın şartları içerisindeki imkânları tedarik etmekte büyük bir devrimsel sıçrama yapmış bir adam olarak algılanır. Hülasa ederek söylersek Said Halim Paşa’nın doğduğu zaman Mısır Batı’ya oldukça açık, Batı tarafından işgaller yaşamış ve fakat Osmanlı’dan büsbütün kopmamış bir yerdir.
Ben 1921’de şehit edilen Said Halim Paşa’yı tanımayan bir kuşağın, Mehmet Âkif’i üç beş şiiri dışında tanımayan bir kuşağın, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, Ahmed Naim Bey’i, Elmalılı Hamdi Efendi’yi tanımayan bir kuşağın, bütün samimiyetine rağmen, bizi sahil-i selamete götüremeyeceğini düşünüyorum.
Dünyaya dair sorumlulukları olduğuna inanan bir düşünürdü
Aileden zengin bir adam… II. Abdülhamid tarafından kendisine önce “sivil paşalık” unvanı veriliyor. Bir ara devlette görev alıyor, sonra uzaklaşıyor. Okumak ve düşünmekle vakit geçiriyor. Fazlasıyla zengin bir adamın “hayatını yaşamak” dururken devlet ve toplum işlerine, okumak ve yazmak mesaisine çaba harcamasını nasıl anlamak gerekir?
Ben bu kuşağı “suyu arayan adam” metaforu ile tanımlıyorum. Uzun zamandan beri ülkeleri işgale maruz kalmış ve kendi sorunlarını çözme kabiliyetine müdahale edilmiş bir kuşaktır Paşa’nın kuşağı. Dahası devlet yönetimi ile içli dışlı bir ailenin terbiyesi ile büyüyor Paşa. Tabii bir yönetici adayı. Dolayısıyla şahsiyet olarak da fikri olarak da buna göre yetiştiriliyor. Üstelik de Paşa İslamcı bir şahsiyet. Yani dünyanın gidişatına dair sorumlulukları olduğuna inanan mümin bir dava adamı. Buna bir de Osmanlı Devleti gibi önemli bir devletin çok önemli mevkilerinde görev üstlenmiş bir insan olduğunu eklediğimizde, gündelik konforlarla yetinebilecek küçük bir adam gibi davranmasını bekleyemeyiz elbette. Siyasetin oldukça pratik ve pragmatik bir yanı olabilir ama İslamcılık iddiası olan bir siyasetçinin aynı zamanda daha vukufiyetli tahlil ve teklifler yapmasına şaşırmamamız lazım. Belki Paşa’yı bu tür sorumluluklar üstlenmiş siyaset adamlarından ayıran şey onun mütefekkir olarak gösterdiği sıra dışı kabiliyetini yansıtan eserleridir. Dönemin yenilgi psikolojisinin çepere aldığı Batıcı aydınlarından farklı olarak onun sükûnetli ve kendi değerlerinden kuşku duymayan özgüvenli tutumu ise hem inançlarına olan sadakati hem de meselelere vukufiyeti ile alakalı olarak anlaşılabilir.
Paşa’nın bir Avrupa macerası da var. Jön Türkleri hem maddi hem de manevi olarak desteklediğini biliyoruz. Jön Türkler, biraz tartışmalı bir kuşak. Paşa’nın Jön Türkleri desteklemekteki amacı neydi?
Bir İslamcı olarak İslamcıları üzen bir şey söyleyeceğim; biz Cumhuriyet’in aşağı yukarı üçüncü nesliyiz, dolayısıyla farkında olarak ya da olmayarak her ne kadar buradaki devrimlerin bizim tarihle irtibatımızda büyük yırtılmalar oluşturduğunu salık veren bir terbiyeyle büyüsek de Kemalist devrimlerin şekillendirdiği okullarda okuduk ve bizim zihnimizdeki İttihatçılık aslında Kemalizm’in çizdiği İttihatçılıktır. Kemalizm bize bir İttihatçılık resmi çizmiştir; bir devr-i sâbık yaratmıştır. Bu devr-i sâbıkta iki ana öteki vardır; birincisi Osmanlı sistemi/padişahlıktır. Bir de ikinci bir devr-i sâbık/sanık pozisyonunda anlatılır hâlâ hepimize; İttihatçılar. Cumhuriyet kadroları temiz bir figür oluşturmak ve onu giymek istiyor. Bunun için de bir şekilde yaralı bereli olan tüm figürleri ötekileştirmesi gerekiyor. Oysa İttihatçılık bir cephe hareketidir ve bu harekette gayrimüslimler de var, Sait Halim Paşa da var, Akif de var, başlangıçta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de var, Said Nursi de var, Elmalılı Hamdi Efendi de var.
Yani yok yok! Daha doğrusu, bu memleketin bekasını mesele etmiş hamiyet sahibi herkes orada. Amma velakin her büyük cephe hareketinin içerisinde olduğu gibi yüksek idealist nitelikli insanların yanında çıkarcı, başka hesapları olan insanlar da var. Bu bugün de böyle, dün de böyleydi, evvelki gün de öyleydi. Dolayısıyla İttihatçıların içerisinde elbette ki sorunlu insanlar var, hatta yenildiğimiz için bütün yenilgiyi İttihatçılara yükleyen bir okuma biçimi var yaygın olarak; onu da doğru bulmuyorum. Bunu Said Halim Paşa çok güzel değerlendirir; ona da değinebiliriz. Oysa bir dünya dönüşümü var ve o dönüşüm içerisinde aynı zamanda tarım toplumları bitmiş, endüstriyel bir devrim olmuş. Bu endüstriyel devrimin ürettiği silahlar var, ulaşım-iletişim teknolojileri var. Ve savaşta patır patır yeniyor herifler sizi yani. Dünyanın gidişatı alt üst olmuş ve siz bir şekilde kendi varlığınızı sürdürme üzerine reflekslerinizi kurmuşsunuz ama imkânlarınız buna yetmiyor.
O imkânlar için bir şeyler seferber ediyorsunuz, bunun nasıl olacağına dair ihtilaflarınız var. O ihtilaflar içerisinde özellikle Rusya ve Japonya savaşından sonra, Japonya savaşı kazanınca sadece Osmanlı değil, Avrupa dışındaki dünyanın her yerinde devlet geleneği olan bütün ülkelerde yeni bir insan tipi inisiyatif alıyor: “Aydın”. Artık o eski devlet adamlarının bu işin içinden çıkamayacağına, bu işi kendilerinin üstlenmesi gerektiğine inanan; “Onlar başardı, biz de başarabiliriz ama bu sefer biz hikmet-i hükümet mantığıyla değil de doğrudan rol üstlenmeliyiz” diyen insanlardı bunlar. Bakın bizde İttihatçılar, Rusya’da Bolşevikler, Çin’de Birleşik Komünist Parti, Hindistan Ulusal Kongresi; tamamı aynı dönemde ortaya çıkmıştır ve hepsi ulusal bağımsızlık hareketleridir. Bizde devrim ne zaman oldu? 1908’de. İran’da ne zaman oldu? 1906’da. İlk Komünist manifesto Rusya’da ne zaman yayınlandı? 1905’te. Çin Komünist Partisi ne zaman iktidarı devralır? 1911’de. Bakın bunların hepsi 5-6 sene içerisinde olmuş. Bu fotoğraf bütünlüğü içerisinde Said Halim Paşa’nın İttihatçılığını ele almak lazım.
Türk tarihinin en önemli kırılma anlarından biri olan I. Dünya Savaşı’na girdiğimiz sırada başbakanlık koltuğunda Said Halim Paşa oturuyordu. Nasıl anlamak gerekir bunu? Savaşı, çözüm olarak mı görüyordu Paşa?
Paşa Divan-ı Harb-i Örfi’ye verdiği savunmada savaşın kendi tercihi olmadığını açıkça beyan ediyor. Lakin Paşa Osmanlı’nın savaşa girip girmeme gibi bir tercihi olmadığını, emperyalist Batı’nın paylaşım mücadelesinin en önemli ve yakın muhatabı Osmanlı olduğu için, önünde sonunda bizi savaşın bir tarafı hâline getireceklerini söylüyor. O, bu savaşa katılmanın zamanını ve tarafını tercih etmek için zaman kazanmaya çalışır. Böylece hem Trablusgarp ile birinci ve ikinci Balkan Savaşları esnasında iyice yıpranan orduyu ve ekonomiyi biraz olsun toparlamak, hem de Avrupalı devletlerin birbirleri ile savaştıkça yıpranmalarını ve Osmanlı’yı kendi tarafına çekmeye daha fazla muhtaç hâle gelmelerini beklemek istiyordu.
Lakin iki Alman gemisinin İtilaf devletlerinin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’ndan geçip bizim himayemize alınmasıyla başlayan ve bir oldu bitti sonucu Osmanlı’yı Rusya ile savaşın tarafı haline getiren olaylar dizisi sonrasında, Paşa’nın iradesine mugayir olarak Osmanlı I. Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Hatta Said Halim Paşa sadrazam olarak kendi haberi dışında gelişen bu olayları gerekçe göstererek padişahın huzuruna gider ve istifasını sunar. Padişah’ın bîçare bir edayla Paşa’ya hitaben; “Beni muhatapsız mı bırakacaksın?” sitemi karşısında Padişah’ın hâline çok üzülür ve devlet terbiyesi gereği istifasını geri almak zorunda kalır. Paşa, Rusya ve diğer itilaf devletleri nezdinde girişimlerde bulunup Osmanlı’nın tarafsızlığını korumaya ve hatta Rusya’ya tazminat ödemeye ikna etmek istediyse de onlar Osmanlı’ya savaş açmaya kararlı davrandılar. Böylece Osmanlı Devleti de İttifak devletlerinin yanında savaşa dâhil olmuş oldu.
İstanbul işgal edildikten sonra Said Halim Paşa, 1919’da İngilizler tarafından tutuklanıyor ve Malta’ya sürgün ediliyor. 1921 de serbest kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek istiyor fakat buna izin verilmiyor. Neden İstanbul’a dönüşüne izin verilmiyor? Onu tehlikeli yapan şey neydi?
Said Halim Paşa, İslam ümmetinin son büyük kurumsal tecrübesi olan Osmanlı’nın dağılma sürecinde, en zorlu zamanlarında yönetimde bulunmuş bir devlet adamı ve İslamcılığın en önde gelen mütefekkiri. Birinci Dünya Savaşı’na girme kararının altında onun imzası var. O aynı zamanda Türk siyasetine yön vermiş olan İttihat Terakki’de üç dönem genel sekreterlik yapmıştır. İstanbul işgale uğradığında, İngilizlere göre hemen gözaltına alınması gereken tehlikeliler listesinde başta yer alan bir isim. İstanbul işgal edilir edilmez de tutuklanıp Malta’ya sürgün ediliyor. Daha sonra Anadolu’da başlayan milli mücadelenin önderleriyle İngilizler arasında yapılan pazarlıklar neticesinde Malta sürgünlerinin bir kısmı kurtuluyor, diğer bir kısmı da zaten başka yöntemlerle oradan kaçmayı başarmışlardı. Malta sürgününden dönemeyen birisi var; o da Said Halim Paşa. Üstelik Paşa Anadolu’daki istiklal mücadelesini doğrudan destekleyen bir şahsiyettir. Hatta Anadolu’da devam eden mücadelenin finans ihtiyacını karşılamak için İtalya’da girişimlerde bulunduğunu ve bir anlaşmaya vardığını biliyoruz.
Onun şehid edilmesi ile bu olayın doğrudan irtibatı olduğunu iddia eden araştırmalardan haberimiz var. O hâlde Said Halim Paşa’nın ülkesine dönmesine neden izin verilmemiştir? Üstelik Mısır’a da gitmesine izin verilmemiştir. Kim vermiyor bu izni? İngilizler. Oysa Said Halim Paşa yargılanmaktan kaçmamış, bizzat yargılanmak üzere kendisi başvurduğu hâlde ülkesine dönmesine izin verilmemiştir. Benim kanaatim şudur: Onun bu ülkeye sokulmaması sadece buradaki üç beş siyasi aktörün kararı ile oluşmuş değildir. Onun buraya gelmesinin engellenmesi, onun düşünce yapısının burada güç ve iktidar olmasının problem olarak algılandığını göstermektedir. Dolayısıyla onu tanımak, bu ülkede “ne”yin iktidar olmasının emperyalistler tarafından sorun olarak algılandığını tespit etme imkânı vermektedir bize. Bu aynı zamanda emperyalistlerin sorun olarak gördüğü bir şeyin, “buranın çıkış yolunun ne olduğu” sorusuna ilişkin bir işareti olarak da değerlendirilmelidir. Onu tanımak, bu ülkenin sorunlarının neler olduğuna, çözümlerin nerelerde aranması gerektiğine dair ipuçları barındıran bir imkândır.
Malta sürgününden dönemeyen birisi var; o da Said Halim Paşa. Üstelik Paşa, Anadolu’daki istiklal mücadelesini doğrudan destekleyen bir şahsiyettir.
Said Halim Paşa’nın düşünceleri içinde sıra dışı bulduğumuz, çağının ilerisinde olduğunu gördüğümüz yaklaşımlar da söz konusu. Sizin dikkatinizi en çok çeken başlık ne oldu?
Dönemin yeni düzen arayışları sürecinde onun yenilenmeye, geleneğe ve Batı’ya bakışındaki itidal bugün dahi ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşımı örneklemektedir. Elbette her insân gibi O’nun da çözümlemelerinde sınırlılıklar görülebilir. Ancak vurgulayarak ifade etmeliyiz ki, O Müslümân aklın ve yüreğin imkânları ile yaşadığı yerin tarihi sosyolojik bağlamı arasında sıkı bir irtibat bulunduğunun bilinciyle kendini konuşlandırmıştı. Bunu başarabildiği içindir ki Paşa, yenilgi zamanlarında dahi emperyalizm karşısında farklı bir var oluşun mümkün olabileceğine ilişkin inancını sürdürmeyi başarabilmiştir. Paşa’nın genel tutumundaki bu itidali dikkate şayan görmemiz gerekir. Zira gerçekten zor bir zamanda yaşamış insanların itidalli olmaları kolay değildir. Üstelik mağlup bir medeniyetin önemli bir aktörü olarak kendi değerlerinden kuşkuya düşmeye yol açmadan kendi zaaflarını tespit edebilecek kadar da eleştirel bir tutum geliştirmek her babayiğidin harcı değildir.
O bunu başarmış bir siyaset yapıcı ve mütefekkirdir. Beni daha da şaşırtan asıl şey Said Halim Paşa’nın bilimsel bilgi hakkındaki netliğidir. Paşa bilimin kutsandığı bir zamanda yapılan “bilim” genellemesine pirim vermez; ona göre tabiat ilimleri ile insani ve tarihi toplumsal varlık alanına ilişkin ilimler farklıdır. Tabiat ilimleri insanlığın ortak mirasıdır lakin insan ve toplum bilimleri öyle değildir. Bu bilimler değer yüklüdür ve farklı tecrübelerin eseridirler. Bu sebeple Batılı sosyal bilimler Batılı insanın tarihi-toplumsal tecrübesinin ürünüdürler ve evrensellik iddiaları kabul edilemez. İnsan davranışlarının ve ilişkilerinin alanı olan bu alan bizde Fıkh’ın konusudur. Ona göre bizim sorunlarımız ancak Fıkh-ı Şerif ile doğru kavranabilir. Bu bahis uzun bir bahistir; lakin meseleyi bu netlikte ele alan başka bir şahıs ben bilmiyorum. Onun bu netlikte dile getirdiği meseleyi biz yaklaşık yüzyıl sonra yeni yeni anlamaya başlamış bulunuyoruz. Tam olarak anladığımız da söylenemez. Sadece bu örnek bile onun vukufiyetini gösteren tek başına yeterli bir örnektir.
Paşa’nın düşünce dünyasını özetlemek istesek, nasıl ifade etmek gerekir? Neydi Paşa’nın temel endişesi? Temel teklifi?
Elbette hiçbir şey tam olarak hülasa edilemez lakin Said Halim Paşa’nın düşüncelerinin bir kısmını hatırlatabiliriz. Paşa Müslümânların en az yükseliş devirlerinde olduğu kadar dinlerine bağlı bulundukları hâlde yenilgi üstüne yenilgi yaşadıklarını belirterek sorunu Müslümanların İslami görevlerini gereğince yerine getirmemesine bağlar. Paşa’nın bahsettiği bu görev, onun İslamlaşma tarifinde açıkça dile getirilmiştir. Ona göre İslamlaşma üç veçhesi bulunan bir hayat tarzıdır. Birinci veçhesi temelinde i‘tikâdiyâta, bu itikadiyâttan doğan bir ahlâkiyâta, bu ahlâkiyâttan doğan bir ictimaiyâta ve nihayet bu içtimaiyattan doğan bir siyâsiyâta sahip olmasıdır. İslamlaşma siyasetinin ikinci veçhesi onun kendini her zemin ve zamanda yeniden inşa etmesine imkân sunan bir iç dirilik oluşturmaktadır.
Bu iç dirilik, bahsi geçen ve birbirine temel oluşturan İslamî esasları “zamanın ve muhitin ihtiyaçlarına en muvâfık bir suretde tefsîr etme”yi gerekli kılmaktadır. Üçüncü veçhe ise İslamlaşmayı salt bir söylem olmaktan çıkaran ve onu bütünlüklü bir hayat haline getiren temel bir sorumluluğu muhataplarına yüklemektedir. Bu sorumluluk, İslamlaşmayı kabul eden şahsın, yukarıda dile getirilen iki veçhenin gereği olarak varılan sonuçlara “muvâfık davranışlar”la hayatını şekillendirmesini teklif eder. Said Halim Paşa, İslam ahlâkının temelini oluşturan Allah’a imanın insâna hakikati araştırma görevini yüklediğini, bunun için ise bazı imkânların ve vasıfların bulunması gerektiğini ifade eder. Bu vasıflar ise hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma dayanışmadır. Ona göre hürriyet Müslümanlara kabul ettikleri din tarafından yüklenmiş bir görevdir.
İnsanların kullanıp kullanmamakta serbest olduğu veya kanun koyucunun, yani devletin istediği zaman vereceği, istediği zaman kısıtlayabileceği bir siyasi hak değildir. Herkesin hür olmasının aynı zamanda herkesin eşit olması anlamına geldiğini ifade eden Paşa, hürriyet ve eşitliğin sevgiyi ve yardımlaşmayı da beraberinde getireceğini vurgulamaktadır. Ona göre İslam medeniyetinin istinatgâhı da bu ilkelerle vücut bulmuş olan “İslam şahsiyeti”dir. Günümüzde güncel politik çerçeveye hapsedilmiş bir tutum olarak anlaşılan İslamlaşma, Said Halim Paşa’nın tasavvurunda tevhid ekseninde şekillenmiş bütünlüklü bir hayatı ifade etmektedir.
Paşa’nın Osmanlı’yı içinde bulunduğu çöküşten kurtarmak üzerine ortaya koyduğu asıl reçete neydi? Onu kısaca nasıl ifade edebiliriz?
Tarıma dayalı bir dünya, bir ilişki, bir iletişim tarzı ve ona göre örgütlenmiş bir devlet, sosyoloji vardı ancak bu değişti. Ve buna karşı kayıtsız davranmak gibi bir lüksümüz yok. “Onlar yapsın, biz yapmayacağız” diyemiyorsunuz, geliyorlar ve işgale maruz bırakıyorlar sizi. Kaynaklarınızı yağmalıyorlar, insanlarınızı öldürüyorlar ve siz kendiniz olarak -“kendi” dediğiniz artık neyse- kalamıyorsunuz. Bu net. O zaman çok açık bir şey var: Bir değişim olacak. Bir değişme var; olacak. Değişmenin zaruretine dair hiçbir ihtilaf yok. Bakın, Elmalılı Hamdi Efendi’nin Sebilürreşad dergisinin baş sayfasındaki büyük makale başlığı şöyledir: “Teceddüdün Şer’an Lüzumu ve Şeraiti”. Yani bir kere teceddüd şer’an ve şartlar gereği olacak. Bunu tartışmayı bırakıp bunun şartlarını konuşalım bağlamında mesele ele alınıyor. Şinasi’yle Said Halim Paşa’yı ayıran şey burada işte. Her iki kesim de bir değişim olması gerektiğine inanıyor ama bu değişim nasıl olacak?
Batıcılar, Abdullah Cevdet gibi kişiler, çok açık ve net bir şekilde şunu söylüyorlar: Kendimizi kandırmayalım; bunun faturası bazen istemediğimiz sonuçlar da doğurabilir, Batı’da ne varsa onu buraya alacağız, transfer edeceğiz başka da çözüm yok. Avrupa bizim hocamızdır, bize düşen onun şükür-gîzâr bir şâkirdi olmaktır. Peki, İslamcılar ne diyor? Onlar diyor ki: değişme şart, ancak… Babanzâde Ahmet Naim Efendi’nin o felsefe çevirisinin, İlmün’n-Nefs’in girişinde yazdıkları aslında Batılı kavramlar bizim dilimize nasıl çevrilir bağlamında yazılıyor ama ben diğer metinlerle birleştirdiğimde “Bir medeniyet başka bir medeniyetle nasıl ilişki kurmalı?” sorusuna verilmiş temel bir teklif olduğunu düşünüyorum. Der ki Babanzade, “müstağni kalamayacağız (şey) evvelemirde vaz’-ı cedîdden ziyade keşf-i kadîmdir”. Yani yeni bir şey söylemeden önce kadim olanı bir keşfetmemiz lazım. Ancak bunu yaparsak sabitelerimizi, muhkematımızı esas alan bir çözüm projeksiyonu geliştirebiliriz. Böylece hem bizi biz yapan şeyleri muhafaza etmiş hem de yeni gelişmeler karşısında kendimizi yenilemiş oluruz.
Said Halim Paşa, çok önemli bir düşünür olmasına karşın yeterince bilinmiyor ve tanınmıyor doğrusu. Bunu nasıl açıklamak gerekir? Yahut şöyle de sorabiliriz bunu; Said Halim Paşa Türk düşüncesi ve tarihi açısında niçin önemli bir isimdir?
Bildiğiniz gibi Said Halim Paşa Müslümanların karşı karşıya bulunduğu meydan okumanın yol açtığı sorunları “buhran” olarak tanımladı. Buhranlarımız o günlerden bugüne değin bitmiş değil. Tabii ki her dönemin kendine ait birtakım şartları vardır. Bunu genel olarak söylemek gerekirse, bizim 19. yüzyılda çözülmemize sebep olan sorunlarla bugün hâlihazırda mevcut küresel kuşatmanın çeperinden kurtulamamış olmamıza yol açan sorunlar arasında ciddi bir irtibat, dahası süreklilik var. Biz 19. yüzyılda dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan Batılı aktörler tarafından bir iktidar odağı olmaktan çıkarılmak istendik. Bu ülkenin coğrafyasının paylaşılması isteniyordu lakin bu coğrafyada iktidar olan din anlayışı, hayat tarzı, siyasi düzen, kurumsal tecrübe dünyayı bir sömürge arazisi hâline dönüştüren Batılılar için bir problem oluşturuyordu.
Dolayısıyla Müslümanların bu imkândan mahrum bırakılması gerekiyordu. Bu sebeple Batı burayı öncelikle Müslümanlıkla problemli bir yer hâline getirmek istedi. Meseleye bu cepheden bakarsak, aşağı yukarı, bu ülkedeki siyasi ve fikri çekişmelerin hâlâ doğrudan İslâm’ın bir iktidar mayası olmasını isteyenlerle istemeyenler arasında sürmesi daha rahat anlaşılabilir. Tam da bu yüzden modernist paradigma bizi hafızasızlaştırmayı, tarihsizleştirmeyi denedi. Çünkü bir toplumu tarihsizleştirdiğinizde, o toplumun fikir kodlarını, sosyolojik zeminini yok etmiş olursunuz. Tabi ki bunların hepsini bir bütün olarak yok etmek o kadar kolay değildir. Ama diyelim ki ben bir meseleyi alıp inceleyeceğim, bunu anlamlandırmam gerekiyor. Hangi değerler ve hangi usul üzerinden bu meseleyi ele alıp anlamlandıracağım? Eğer ben bir mirası devralmış değilsem, bir mirastan mahrum bırakılmışsam, ben tabii olarak zamanın egemen kültürü neyse o dil üzerinden düşünmeye başlayacağım.
Bugünün egemen kültürü ise seküler Batı kültürü…
Hâliyle Batılı kültür üzerinden meselelere bakmaya başladığım zaman, sorunu onlar gibi anlamlandırmayı, çözümü de Batılıların ürettikleri çözümler üzerinden aramayı düşüneceğim. Oysa buranın sorunu, hatta dünyanın sorunu zaten bizatihi Batı’nın kendisidir. Bugün Batılı değerlerin ve usullerin küresel bir kültüre dönüşmesi, insanlığın bugüne kadarki tüm tecrübelerini değersizleştiren bir sonuç doğurmuştur. Bugün biz bin dört yüz küsür yıllık İslâm tecrübesinden faydalanma imkânlarından mahrum kalmaya zorlanan bir zihinle yaşıyoruz. Düşünün ki Gazzali’yi tanımayan, İbn Haldun’un tecrübesinden faydalanamayan bir zihnin öncülük ettiği entelektüel ve akademik bir dünyaya çocuklarımızı teslim ediyoruz hâlâ. İslâm düşüncesindeki tüm farklı ekollerin müktesebatından mahrum olarak düşünen bir zihnin Müslümanca düşünmesi ne kadar mümkün olabilir?
Yöneteminiz eğer İslâm tecrübesinden beslenmiyorsa, bu ülkenin sorunlarını da doğru anlamlandıramayacaksınız tabii olarak. Ben 1921’de şehit edilen Said Halim Paşa’yı tanımayan bir kuşağın, Mehmet Âkif’i üç beş şiiri dışında tanımayan bir kuşağın, Filibeli Ahmet Hilmi’yi tanımayan bir kuşağın, Babanzade Ahmed Naim Bey’i tanımayan bir kuşağın, Elmalılı Hamdi Efendi’yi tanımayan bir kuşağın, bütün samimiyetine rağmen, bizi sahil-i selamete götüremeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bu öncüleri tanımıyorsanız o zaman hâkim kültür ne ise oradan zihninize akıtılan düşünceler üzerinden kendi zihninizi kuracaksınız kaçınılmaz olarak. Dolayısıyla bu aydınları, bu kültürün önderlerini, bu kültürü temsil eden yüksek şahsiyetleri tanımadan bu günkü süreci doğru anlamlandırmak mümkün olmayacaktır.
Said Halim Paşa ve yol arkadaşlarının önemi tam da bu noktadan hareketle değerlendirildiğinde yerli yerince anlaşılabilir. Tarihi tecrübe ile irtibatı kesilmiş ve hafızasızlaştırılmak istenilen bir ülkenin çocuklarının birçok isim yanında Said Halim Paşa’yı da tanımamasına şaşırmamak lazım. Buna bir de Said Halim Paşa’nın buhranlarımızı kolaycı ve tepeden inmeci yöntemler yerine sırasıyla itikadiyat, ahlakiyat, içtimaiyat ve siyasiyat çerçevesi içerisinde ıslah etmeyi teklif etmesinin doğurduğu zorluğu eklememiz gerekir. Bu teklif ilmi ve ahlâki temelde uzun vadeli ve sabırlı bir emek ortaya koymayı öngörmektedir. Günümüz insanının aceleci yöntemlere daha fazla rağbet gösterdiğini düşündüğümüzde Paşa’nın teklifi kullanışsız bulunacaktır. Ne var ki, sahici bir çıkış yolu bulmanın yolu Paşa’nın teklifini ciddiye almaktan geçmektedir.
“İki Kanatlı Bilge”ydi
Yayımladığı 8 kitabının yani sıra hatıraları, mektupları ve mahkeme heyetlerine verdiği yazılı cevaplar var. Paşa, önemli bir devlet adamı olmasının yanı sıra önemli bir düşünce adamı da. Aileden zengin biri. Devlette çok çeşitli ve önemli görevler alıyor. Bize Said Halim Paşa’nın kim olduğundan biraz bahsedebilir misiniz?
İlk çocukluğuna ve aile kökenine bazı atıflar yaparak başlayabiliriz. Said Halim Paşa, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın torunu. 1864 yılında Mısır’da doğuyor. Malum olduğu üzere Mısır, Osmanlı’ya bağlı memleketler içerisinde özel hukuku olan bir yer. Eğer oradaki rutin, hiyerarşik düzen devam ediyor olsaydı Said Halim Paşa’nın babası hidiv olacaktı. Fakat orada süreci rutin dışı bir şekilde işleterek amcasını hidiv yaptılar ve Said Halim Paşa henüz altı yaşındayken ailesi İstanbul’a taşındı. Altı yaşından itibaren İstanbul’da büyüyen bir şahsiyetten bahsediyoruz. Zengin, görgülü ve devlet adamlığı geleneği olan bir aileden geliyor. Babası Şûra-yı Devlet âzâsı, yani bugünkü anlamıyla Danıştay üyesi. Çok özel eğitimler alıyor. O günlerde güçlü bir özel eğitim geleneği var. Mesela Fıkhı çok iyi bilen bir âlimden fıkıh okunuyor, Arapçayı çok iyi bilen bir âlimden Arapça öğreniliyor, Mesnevi’yi çok iyi bilen birinden Mesnevi okunuyor... Prens Said Halim de özel hocalarla eğitiliyor. Sonra Avrupa’ya gönderiliyor ve beş yıl siyaset bilimi eğitimi alıyor.
Bunu şunun için vurguladım, bir yanıyla İslâm tarihi tecrübesini yakinen teneffüs ettiği bir aile geleneği ve özel eğitim almış birisinden bahsediyoruz; öbür taraftan Batı’yı ise, doğrudan doğruya tecrübe etmiş ve orada siyaset bilimi okumuş, sosyal bilim formasyonunu çok iyi almış, orayı yakından görmüş, gözlemlemiş bir adamdan bahsediyoruz. Eski deyimle söylersek “zü’l-cenâheyn”; yani hem burayı bilen hem de orayı bilen iki kanatlı bilge bir şahsiyet. Said Halim Paşa Avrupa’daki eğitimini tamamlayarak ülkesine döner dönmez Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık unvanı veriliyor, o da Şûra-yı Devlet âzâsı oluyor. Sonraki süreçlerde de farklı görevler alıyor ve en son 1913’te sadrazam oluyor. Dışişleri bakanlığı, şûra-yı devlet âzâlığı, bugünkü Darüşşafaka Lisesi’nin ilk kuruluş sürecindeki heyeti kuran ekibin başında olan bir adam. Kısacası çok farklı kurumsal tecrübeleri biriktirmiş ve devlet yöneticiliği yapmış, sürecin nasıl işlediğine doğrudan doğruya müdahil olmuş bir şahsiyetten bahsediyoruz.