Saf itaatin eleştirisi
İnsanlar başlarına gelen bir felakette ana akımın sunduğu sebeplere inanmak zorunda kalıyorlar çünkü aksini iddia etmek şöyle dursun imada bulunulması bile o kişinin ya da kişilerin akıl dışı olmakla suçlanmasıyla sonuçlanıyor.
Mevzumuz modern dünyanın uslu insanları olarak içselleştirdiğimiz ve kanıksadığımız itaat kültürü olunca öncelikle John Carpenter'ın 1988 yapımı They Live filmi ile başlamakta yarar var. Film için kısaca, sağda solda iş arayan John Nada isimli başrol oyuncusunun insanüstü varlıkların dünyayı ele geçirme planlarını fark etmesi ve sonrasında verdiği mücadeleyi konu ediniyor diyebiliriz. Birtakım tuhaf hadiselere şahitlik eden Nada, bulduğu izlerin peşinden giderek ve biraz da şans eseri olarak insanların arasına karışmış olan uzaylıları fark eder ve insanların bilinçaltına mesajlar veren tabela ve reklam afişlerini gösteren özel bir gözlüğü ele geçirir. Bu gözlükte gördükleri normal dünyada gördüklerinden çok farklıdır. Gözlüğü taktığında görür ki aslında reklam panolarında ürün markaları değil de "satın al", sokak tabelalarında ise "itaat et" yazıyordur. İnsanların arasına karışmış diğer yaratıklar ise insanları otoriteye karşı sorgulamamaya ve sürekli tüketmeye yöneltmektedir.
Film için bu kadar bilgi yeterli. Filmin başrolü için ne kadar da talihsiz bir durum olduğunu söylemeye gerek yok herhâlde zira hakikati tek başına yüklenebilmek öyle kolay bir durum değil. Zaten karakter de bu durum karşısında oldukça zora giriyor. Öncelikle yaşadığı ilk sıkıntı kimsenin ona inanmayışı oluyor tabii ki. Hiçbir şeyin görüldüğü ya da anlatıldığı gibi olmadığını söylemek çoğunlukla pejoratif eleştirilere maruz kalmamıza sebep olur. Dini toplumun, tüm değerlerinin sorgulanması, eleştirilmesi ve çarmıha gerilmesinin ardından oluşturulan rasyonel/seküler modern toplum, geçtiğimiz birkaç yüzyıldan beri kendi dogmalarını üretmekten geri durmamıştır. Bugün tüm dünyada ana akım marifetiyle bilgi ve haberleşme tekelleştirilerek rasyonel ortodoksîlik inşa edilmiştir. Bu inanç sistemi öylesine katı ve tutucudur ki artık neredeyse her tür şüphe ve kuşkuya karşı epistemik terör uygulamaktadır. İnsanlar başlarına gelen bir felakette ana akımın sunduğu sebeplere inanmak zorunda kalıyorlar çünkü aksini iddia etmek şöyle dursun imada bulunulması bile o kişinin ya da kişilerin akıl dışı olmakla suçlanmasıyla sonuçlanıyor. "Herkesçe kabul edilmiş doğrular" dogmasını sorgulandığınızda savunucular sizi doğrudan pejoratif bir üslupla yeriyor ve hatta patolojik bir kişiymiş gibi itibarınızı yerle bir etmeye azmedebiliyor.
Ana akım elimizde tüm alternatifleri hoyratça çekip alıyor, bugünün insanını hâlâ on sekizinci yüzyılda gazete haberleriyle, on dokuzuncu yüzyılda radyoyla ve yirminci yüzyılda televizyonla kandırdıkları insan olduğu zehabına kapılıyor. Ancak en itaatkâr toplumlar ve en rasyonel zihinler bile artık birçok meselede kendisine söylenenlere karşı ciddi bir şüpheyi zihninde barındırıyor. Yukarda bahsettiğimiz filmin karakteri Nada gibi, kimileri aslında görüntülerin bize gösterilenler olmadığını yüksek sesle iddia etmeye çabalıyor. Bu iddiaların doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyorum. Tamamı gerçekten kaotik senaryolar ya da hayal ürünü komplolar da olabilir. Burada benim ümidim başka bir ihtimal kapısını sorgulama cesaretinin gösteriliyor olması. Sözüm ona saf rasyonaliteyle başlayan macera, saf itaat kültürü hâline geldi ve bu kültür yıktığı tüm dogmaların yerine gün geçtikçe daha büyüğünü koyuyor.
Komplo teorilerine olan kitlesel yatkınlık için birçok sebep sıralanabilir. Kanaatim şu ki bunun en başında bilgi kaynaklarına olan güvensizlik geliyor. Günümüz insanları artık kendilerine sunulanlarla ikna olmuyorlar. Hakikatin önemsizleşip sadece taraf olduğumuz her ne ise onu yücelten ve doğrulayan bilgilere itibar ettiğimiz post-truth dönemde artık insanlar bir gerçekliğin olmadığının farkına varıyorlar. Tüm gelişmelerin tek bir amaca (ki bu komplo teorilerinde genelde kötücül bir amaç oluyor) yönelik olduğuna ve bunu gerçekleştirmek için hakikatin insanlardan gizlendiğine dair insanlarda yeni inanışlar ortaya çıkıyor.
Burada aslında karşılaştığımız tablonun adı "kitlesel paranoya." Nasıl ki insan teki çevresine karşı bir güvensizlik duyup patolojik bir şekilde paranoyak belirtiler gösteriyor ve zamanla aslında etrafındaki insanların ona zarar vermek için sinsi planlar yaptıklarını, onu öldüreceklerini düşünmeye başlıyorsa toplumlar da ana akımın yıllardır kendisini kullandığını ve yanlış yönlendirdiğini fark ettikçe tıpkı bir paranoya rahatsızlığı olan birey gibi toplu bir biçimde paranoyak komplolara inanan kalabalıklar hâline geliyorlar. Bunu komplo teorilerine itimat edenlerin pejore edilmesine bir destek olarak değil sadece iki durumda da ortak olan güven kaybı meselesine dikkat çekmek için veriyorum. İnsanlar artık kendilerine söylenenlerin hakikat olduğuna inanmıyor. Bu da Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere modernitenin ve rasyonalitenin en yaygın kabul gördüğü toplumlarda bile, dünyanın diğer tüm toplumlarına nazaran çok daha fazla komplo teorisyenliğinin gelişmesi sonucunu doğuruyor.
Her ne kadar komplolar aşağılanıp tu kaka edilmeye çalışılsa da insanlar tarafından en absürt tezleri olan komplolar bile artık ciddi bir kitleye ulaşabiliyor. Komplo teorileri kimi zaman bize rasyonel diye sunulandan daha rasyonel, gerçek diye dayatılandan daha gerçek olabiliyorken kimi zaman da birtakım deli saçmalarının (burada tabii ki "kime/neye göre?" sorusunu da atlamamalıyız) art arda sıralanmasından ibaret safsatalar da olabiliyor. Öyleyse biz bu meselede tam olarak nerede durmalıyız? Bizler gerçeğin ve hakikatin ne olduğunu aramakla mükellefiz. Bize söylenenler ve dayatılanlar her ne olursa olsun sonuçların neye hizmet ettiğini ve nereye varacağını sorgulamamız gerekir. Kur'an'da Gazâ ehli Müslümanlar için tanım yapılır, şöyledir: "Hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar." Nasıldı o şarkı? Bilmem anlatabiliyor muyum?