“İnsanı dinlendiren uyku değil, rüyalardır”
Yıllardır, kendinden geçmiş bir müptela gibi kendimi alıştırdığım ve artık onlar olmadanuyuduğumu bile anlamadığım bu karabasanlı rüyaların her biri, birbirine karışıp ertesi gecebambaşka birer karabasan olarak yeniden karşıma çıkarken, beni en çok ürküten şeyinbu karanlık rüyalar değil, bu rüyaları bir daha görememe korkusu olduğunu da içten içebilirim.
Eğer hafızam bana yine oyunlar oynamaz ve dergimizin genç ve ahlaklı genel yayın yönetmenini de ikna edebilirsem, size gelecek yazılarımdan birinde Mevlana’nın çok sevdiğim anahtar hikâyesini değilse de, en az onun kadar sevdiğim bir başka kıssasını, eşek ile kadının hikâyesini mutlaka anlatırım. Tabii ki, kıssası için değil, hissesi için.
- İsterseniz, beni uykularımdan uyandıran o tuhaf rüyayı size de anlatayım ki, uykularımı bölen bu muammadan beni kurtaracak çözümü bir an önce sizlerden alıp, kendimi hülyalı rüyalarımın dipsiz kuyularına rahatça bırakayım; seçilmiş, kutlu biri olarak değilse de, kederli bir aşık olarak eski güzel günlerime döneyim;
Rüyamda, gözlerimi açıyorum ki, içine zorlukla sığabildiğim küp şeklinde bir odanın içindeyim. Odada hiç kapı yok ve karşımdaki duvarda şöyle bir yazı var:
Aşk odasında sıkışmış durumdasınız. Bu odada dört duvar var ve her duvarın ortasında bir delik var. Deliklerde ise açık ya da kapalı olan birer anahtar var. Boşuna uğraşmayın, bu anahtarların açık mı kapalı mı olduğunu dokunsanız bile anlayamazsınız. İki elinizi herhangi iki deliğe sokun. Şimdi, ya iki anahtara birden, ya da yalnızca birine basın. Eğer odadaki bütün anahtarlar aynı pozisyona (açık ya da kapalı) geldiyse, oda açılacak ve siz maşukunuza kavuşacaksınız. Eğer gelmediyse, ellerinizi deliklerden çeker çekmez oda birkaç tur dönecek ve siz hangi anahtarlara bastığınızı asla bilemeyeceksiniz.
Okuyucu, ey okuyucu, aşk kadar klostrofobiden de mustarip olan benim gibi yaşlı bir adamın, bu odadan çıkmasını garantilemek için en az kaç hamlelik bir strateji belirlemesi gerekir?
Bu rüyadaki tuhaf soruya mı, yoksa rüyanın kendi tuhaflığına mı kafa yormam gerektiğini hala bilmiyorum. Tek bildiğim, ben bu soruların cevabını bulana kadar bu kötü rüyaların peşimi bırakmayacağıdır. Yıllardır, kendinden geçmiş bir müptela gibi kendimi alıştırdığım ve artık onlar olmadan uyuduğumu bile anlamadığım bu karabasanlı rüyaların her biri, birbirine karışıp ertesi gece bambaşka birer karabasan olarak yeniden karşıma çıkarken, beni en çok ürküten şeyin bu karanlık rüyalar değil, bu rüyaları bir daha görememe korkusu olduğunu da içten içe bilirim. Bu korkunun sebebinin, düşündüğünüz gibi geçmişimin ya da hafıza bahçemin gün gün solacağına dair endişelerden ya da tıpkı sonradan kör olanlarda olduğu gibi zamanla rüya görememek gibi bir çeşit hafıza ya da hatıra kaybı olmadığını da, tıpkı korkularımı kaybetmekten korkmadığımı bildiğim gibi.
Çünkü ben yaşlı, yorgun ve hasta bir adamım ve genç bir sinema eleştirmeni ve yazarının Siyah Hatıralar Denizi’ndeki talihsiz kahramanına kederle ve bana yukarıda, yazımın epigrafında neşeyle söylettiği gibi;
“İnsanı dinlendiren uyku değil, rüyalardır.”