Rıhle

Bağdat’ın en geveze satıcılarının arasına düşmemiş olsaydım belki bir iki kelime de olsa bir şeyler kulağıma çalınırdı.
Bağdat’ın en geveze satıcılarının arasına düşmemiş olsaydım belki bir iki kelime de olsa bir şeyler kulağıma çalınırdı.

Sefil yabancı, dünya başına yıkılmış gibi oradan oraya savrulup durdu tüm gün boyunca. Önüne çıkan bütün bahçelere, kütüphanelere girdi çıktı. Dertli dertli bir şeyler mırıldanarak gülleri, karanfilleri kokladı, kitap raflarının arasında bir şeyler arayıp durdu.

Ben cahil bir adamım. Sabahtan akşama, işte bu tezgâhın başında, rızkımı arar dururum. Babam gibi onun da babası gibi, ben de hurma satarım. Bu yaşıma geldim hala Bağdat’tan başka şehir tanımam bilmem.

Kendimi bildim bileli ya hurma ağaçlarının üstündeyim ya da tezgâhımın başında. Eee, onca boğaz beni bekler; yakışır mı hiç benim gibi adama dolaşmak, aylaklık etmek. Basra Kapısı’ndaki şu köşecikte durur rızkımı beklerim. Köşecik dediğime de bakmayın öyle sıradan bir yer de değildir, ekmek kapım. Gece gündüz, gürültüsü patırtısı hiç eksik olmaz. Sonu hiç gelmeyecek sanılan, paha biçilmez eşyalarla yüklü kervanlar, her renk ve her dilden insana rastlarsınız bu kapıda.

Her ne kadar kervanın arasına karışmış olsa da tüccar olmadığı o kadar belliydi ki. Adet gereği, üstünü başını değiştirip de öylece şehir kapısından giriyordu.

Yılların getirdiği bir alışkanlıkla gözlerim, kim alıcıdır kim bakıcı hemen ayırır. O melunu da ılık bir sabah vaktinde şehre yeni girmiş bir kervanın içinden çıkabilecek müşterilerimi beklerken fark ettim zaten. Her ne kadar kervanın arasına karışmış olsa da tüccar olmadığı o kadar belliydi ki. Adet gereği, üstünü başını değiştirip de öylece şehir kapısından giriyordu. Amma velakin, uzun ve sıkıntılı bir seyahatin izlerini silmek o kadar kolay mıdır ki? Binbir zahmetle geçilmiş mesafeler, ne kadar saklamaya uğraşılırsa uğraşılsın insanın yüzünde ve yürüyüşünde belli eder kendini.

Bu sefih de, işte cahilce bir çabayla bu izleri silmeye çalışmış ancak başaramamıştı. Alçak yabancı, ürkek adımlarıyla önce fırına doğru meylettiyse de sonradan vaz geçti. Çünkü beni daha doğrusu, Resullulah Aleyhisselam’ın deyişiyle dünyanın iki en güzel şeyinden birini, yani hurmalarımı fark etmişti. Aşina bir şey görmenin rahatlığı, hemen alçağın yüzünde kendini belli etti. Ürkekliğini üstünden atıverdi. Hızlı, kendinden emin adımlarla yanıma doğru yürümeye başladı. Selam vermek için ağzını açtığında dilindeki yabani tınıyı, kulaklarım anında yakaladı. O yabani tınıyla birlikte azgın kuzey denizlerinin dalgalarını, amansız çöllerin kumunu taşını ağzımda burnumda hissediverdim. İşte o zaman aklım başıma geldi. Tahminimden çok, çok daha uzaklardan geliyordu bu rezil. Yüreğimi bir sıkıntı basıverdi anında. İşaret ettiği hurmaları hazırlarken, ağzını aramak için havadan sudan bir sohbet açıverdim. Arka arkaya sorular sordum. Sefil ruh, o yabancı kuzey lehçesiyle gayet açık ve net bir şekilde hem de bütün harflerin hakkını vererek, tane tane cevaplandırdı sorularımı.

Kitap gibi konuşuyordu zaten. O zaman daha da işkillendim. Bunca yolu ancak büyük bir emeli olan bir insan aşabilirdi bence. Yabancıyı şehrimize getiren sebebi o kadar çok merak ediyordum ki. Zaten şehrimiz fitne fücur içinde kavrulup duruyordu, uzunca bir zamandır. Güven diye bir şey kalmamıştı, komşu komşudan şüpheleniyor; herkes birbirinin ağzını arayıp duruyordu. Adam hakkında biraz daha bilgi sahibi olabilmek için işimi o kadar yavaşça yapıyordum ki neredeyse birazdan beni paylayacağından emindim.

  • Tahmin ettiğim gibi çok sürmeden soysuz adam ağzını açtı ve sıradan bir şeyden bahsedermiş gibi “Ahmed bin Hanbel’in evi nerededir acaba?” diye soruverdi. İmam’ın ismini duymamla, elimdeki hurmaların düşmesi bir oldu. Hemen etrafa saçılmış hurmaların peşine düştüm, bir yandan hurmaları topluyor; bir yandan da ağzımda bir şeyler geveleyip duruyordum.

İşte İmam çok yaşlandı da ziyaretçi kabul etmiyor da falan filan… Öylesine sahte ve yapmacık bir şekilde konuşmuştum ki üç yaşındaki çocuklar bile başımdan savmak için bunları söylediğimi hemen anlardı yani. Fakat o anlamadı. Ben, acemice ağzımdan dökülenlerin pişmanlığı içinde kıvranırken, yabancı sefil “Ahhh öyle mi!” dedi ve öylece kalakaldı. Yüzünde de başına büyük bir felaket gelmiş gibi bir ifade. Sanırsın ki biraz evvel, anasının ya da babasının vefat haberini aldı. Alçağın bu şekilde yıkılışını görmek, anında beni kendime getirdi.

Karşımda kahrından neredeyse biraz sonra son nefesini verecekmiş gibi gibi duran bu adamı seyrediyor, bir yandan İmam’a haber uçurmak için etrafımı kolluyordum. Fakat sonradan aklıma bambaşka bir şey geldi. Bu sefille ben ilgilenecektim, ilgilenmeliydim yani. Madem ki, ilk ben gördüm, sorumluluk da bana aitti. Tamam cahilim, basit bir satıcıyım. Eee, yaşım da neredeyse altmışa geldi. Fakat bu yaşımda, ayağıma kadar gelmiş bu fırsatı da kaçıramazdım ki.

Ben satıcılara dil dökerken, sefilin uzun uzun çaldığı kapı da açıldı. Kapı yarım açıldığı için her şeyi seçemiyordum ancak bir hayli konuştuklarını gördüm.
Ben satıcılara dil dökerken, sefilin uzun uzun çaldığı kapı da açıldı. Kapı yarım açıldığı için her şeyi seçemiyordum ancak bir hayli konuştuklarını gördüm.

Belki de İmam’a gelebilecek büyük bir kötülüğü engellemek benim yaşlı, güçsüz ellerime nasip olacaktı. Böyle düşündükçe, bu fikri daha da sevdim, iyice benimsedim. Aşağılık adam yanımdan ayrılır ayrılmaz, tezgâhı hemen yanı başımdaki kitapçıya emanet ederek düştüm yola.

O ilk gün gerçekten de çok yoruldum. Sefil yabancı, dünya başına yıkılmış gibi oradan oraya savrulup durdu tüm gün boyunca. Önüne çıkan bütün bahçelere, kütüphanelere girdi çıktı. Dertli dertli bir şeyler mırıldanarak gülleri, karanfilleri kokladı, kitap raflarının arasında bir şeyler arayıp durdu. Dört vakit namazının dördünü de ayrı camide kıldı. Yatsı namazının akabinde uzunca bir tesbihat ve duadan sonra cemaatle sohbet etmeye koyuldu. Ayaklarıma kara sular inmiş per perişan halde, şadırvanın en karanlık kısmında vücudumun her yeri sızılar ve ağrılar içinde can çekişirken, artık iyice sabah namazından sonra camiden çıkacağına ikna olduğum bir vakitte, camiden çıkıverdi.

Cami cemaatinden öğrenmiş olmalı ki, sonra da şehrin en muteber hamamına girdi. İyice yıkayıp paklandığını düşündüğüm kadar bir zaman da orada kaldı. Sabahtan beri zaten daire şeklinde dizilmiş şehrimizin etrafını dolap beygiri gibi dönüp durmuştum. Artık bacaklarım da medet ya Ebu Hişam, ne olur acı bize diye yalvarmaya başlamışlardı ki Rabbime binlerce şükürler olsun, vicdansız Mansur Camii’nin yolcular için ayrılmış kısmına giriverdi. Alçak yabancının, kalacağı yer belli olunca, işim bir parça kolaylaşmıştı. Uyur uyanık bir gecenin sonunda, ertesi sabah erkenden Mansur Camii’nin kapısını gözlediğim kuytu bir köşede bekliyordum.

Bir hayli bekledikten sonra kuşluk vaktine yakın, sinsi şeytan dünkü acınası halinden eser kalmamış bir halde kapıda belirdi. Aramızda makul bir mesafe bırakmaya gayret ederek, adamı takip etmeye başladım. Anlaşılan kaldığı yerde bir hayli bilgi edinmişti. Çünkü hiç sapmadan, şaşırmadan İmam’ın yaşadığı mahalleye doğru yürüyordu. Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayayım; mahalleye yaklaştıkça tedirginliğim de arttı.

Etrafta gizlenmiş askerleri, sarayın memurlarını fark edebilmek için gözlerimi dört açtım. Yabancıysa öyle rahattı ki. İmam’ın sokağına yaklaşınca, daha titizlendim hem alçak düşmandan hem de gizlenmiş tehlikelerden kendimi korumak için kâh yoldan geçen koyunların arasına daldım, kâh ağaçların, on on beş adım arayla yola yerleştirilmiş meyve sepetlerinin arkasına saklandım. Derken satıcılar, durumumdan işkillenip bağırmaya çağırmaya başladılar. Sinsi adamsa çoktan İmam’ın evine varmıştı. Ben satıcılara dil dökerken, sefilin uzun uzun çaldığı kapı da açıldı. Kapı yarım açıldığı için her şeyi seçemiyordum ancak bir hayli konuştuklarını gördüm. Bağdat’ın en geveze satıcılarının arasına düşmemiş olsaydım belki bir iki kelime de olsa bir şeyler kulağıma çalınırdı.

Aramızda makul bir mesafe bırakmaya gayret ederek, adamı takip etmeye başladım.
Aramızda makul bir mesafe bırakmaya gayret ederek, adamı takip etmeye başladım.

Ne var ki, şu üç günlük dünyada satıverdikleri nar ve elmalardan başka hiçbir şeyi umursamayan bu insanlar koro halinde acıklı nağmelerle meyvelerini övüp duruyorlardı. Vaktim olsaydı, herkesin belirlenmiş bir rızkının olduğunu bunca bağrış çağrışın gereksiz olduğunu onlara da anlatıverirdim. Ama yoktu işte. Neyse, şükürler olsun ki İmam adamın niyetini anlamış olmalı ki, yabancı gerisin geri dönüyordu. Yanımdan geçerken, beni tanıyacak diye ödüm koptu. Fakat öylesine bedbaht bir hali vardı ki, sanıyorum ki o anda karşısında sevgilisi bile olsa onu dahi tanımazdı. Ertesi sabah çok daha erken bir vakitte hanın önünde dikiliyordum ki, hanın kapısından paçavralara sarınmış pejmürde biri belirdi. Görür görmez insanda tiksinti uyandıran bir hali vardı. Onca gariban haline rağmen gayet sağlıklı görünüyordu ama. Sert ve kendinden emin adımlarla yanımdan geçiverdi. Cebime doldurduğum leziz hurmalarımdan beşincisini keyifle ağzıma atmıştım ki, aklım başıma geldi.

  • Bu dilenci kılıklı, o yabancıydı işte. Nasıl yola düştüğümü, inanın bir türlü hatırlayamıyorum. Kendime geldiğimde, canhıraş bir halde İmam’ın evinin sokağında koşuyordum. Fakat çok geç uyanmıştım, yetişmem mümkün değildi artık.

O sefil çoktan İmam’ın evine girmişti bile. Allahım Allahım, gördüklerime inanamıyordum. Delirecek gibi hissettim bir an kendimi. Az sonra yürekleri parçalayan bir çığlık sokağı dolduracak. Evlerden çıkan çoluk çocukla birlikte İmam’ın kanlar içindeki cesedinin başında ağlaşacaktık. Eve beş adım kadar yaklaşmıştım ki, kapı açılmaya başladı. Karşılacağım feci manzarayı düşündükçe nefesim kesilmeye, başım dönmeye başladı. Ebu Hişam işte senin de sonun geldi diye bir ses işittim sanki. Ölüm, Allah’ın emri. Ancak gönül ister ki, Hak yolunda çarpışırken hiç değilse bir kötülüğe mâni olmaya çalışırken son nefesini veresin.

Üç günlük yorgunluk ile uykusuzluğun yapamadığını, yaşlı yüreğime üfürülen bu ümitsizlik cümleleri başarıyor, beni yıkıyorlardı. Becerememiş, yenilmiştim işte. Derken kapı tamamen açıldı ve o alçak yabancı, İmam’ın elini eteğini öptükten sonra elinde bir ekmekle dışarı çıkıverdi. Elim göğsümde, uzun bir zaman kapalı kapının karşısında öylece kalakaldım. Bu sinsi Kuzeyli neyin peşindeydi böyle? Fırsat eline geçmişken neden İmam’ı öldürmemişti ki? Ne istiyordu acaba?