Refah toplumundan israf toplumuna

Kapitalizmin toplumsal refahı bozarak israfa neden olan ilkelerinden biri de mutlak mülkiyet anlayışıdır.
Kapitalizmin toplumsal refahı bozarak israfa neden olan ilkelerinden biri de mutlak mülkiyet anlayışıdır.

Tüketim ürünlerinin çeşidinin artması ve kolay erişim, harcamalar ile ihtiyaçlar arasındaki dengeyi bozmuş durumda. İtidalli ve kanaatkâr tüketici toplumu yerini doyumsuz, istek ve arzularının peşinde koşan tüketici toplumuna bırakmıştır. Nihayetinde bugün geldiğimiz noktada insanlar, tüketimle var olmakta. Varoluş sebebini dönüştüren yeni insan tipolojisi ihtiyaç fazlası tüketimi normalleştirdiğinden, bilinçli ve bilinçsiz sınırsız tüketimlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu durum beraberinde israfı ve çevresel riskleri kaçınılmaz hâle getirir.

Tüketim toplumu olarak tanımlayacağımız bu toplum, her şeyin alınıp satıldığı, alışverişin ön planda olduğu bir toplumdur ve burada ürünler doğrudan kullanılmak için değil, satılmak için üretilir.

Tüketim toplumunda pazarlama stratejileriyle, reklam ve marka gibi araçlarla tüketiciler, günün her anında, gözlerinin değdiği hemen her köşede ve uyanık oldukları zaman dilimde “beni al” ve “bunu almam lazım” algılarına maruz kalmaktadır. Bilinçaltına ulaşan bu mesajla ihtiyaçları, gereksinme sosyalleşme, kendini ifade etme ve kimlik edinme güdüleri oluşturuyor. Aynı zamanda tüketime dayalı alışkanlıklar dünyadaki kaynakları zayi ederek tekrardan kullanılamamasına neden olduğundan refahın topluma yayılmasını ve artmasını da engelliyor.

Tükenirken tüketiyordum

Tükettikçe hem topluma hem de kendisine yabancılaşıyor insan. Bu yabancılaşma, her tür kitlesel aracın reklam çalışmalarıyla ikna ettiği mutluluğu satın alacak alışveriş peşinde koşma dürtüsünün bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreçte tüketilen ürünler sadece fizyolojik ihtiyaçları karşılamaktan öte, statü, kimlik ve kabul görme aracı hâline gelerek farklı anlamlar kazanıyor.

Oysa dünyanın en büyük sorunlarından biri olan açlık ve yokluğun yaşanmasındaki en önemli faktörlerden biri de aşırı tüketim anlayışıdır. İhtiyaç fazlası ürün tüketimine sebebiyet verdiği için kaynaklar israf olmaktadır. Bu durum sosyo-ekonomik, çevresel ve ahlaki açıdan da kaçınılmaz sorunlar meydana getirmektedir. Zira ortadaki dengesiz büyüyen ekonomi; sürdürülebilir ekonomi, kaynakların adil bölüşülmesine, aşırı tüketimin azaltılmasına, sadece kâr elde etmeye dayalı ekonomi yerine toplumun alışverişe katılımını daha fazla önceleyen bir ekonomi anlayışına bağlanmaktadır.

Toplumların değişen alışveriş tercihleri ve bozulan tüketim alışkanlıkları, sadece bireyleri değil, arz ve talep dengesini de bozmaktadır. Kaynakların verimli kullanılamamasına neden olan bu durum; toplumun bir kesimini bolluktan israf etmeye; diğer bir kesimini ise çöpten yiyecek toplamaya sürüklemektedir.

Tüketim toplumunda metalardan alınan hazzının –bir diğer deyişle temel gereksinimlere değil hazza yönelik tüketime odaklanmanın- sürekli ön plana çıkarılmasının nedeni hazcı tüketim biçiminin hayatın amacı hâline getirilmesidir. Tüketim düzeyleri ve nitelikleriyle insanların statüleri belirlendiğinden insanlar, statülerini korumak için sürekli tüketmek zorundadır. İhtiyaçlar giderildikçe mutluluk artmakta, ihtiyaçları giderilmeyen tüketici, kendini mutsuz ve eksik hissetmektedir. Bu hisler baskı yaratarak gereksinmenin şiddetini belirlemektedir. İhtiyaç giderildiğinde haz veren, aksi durumda üzüntü ve kaygı yaratandır artık. Neyi ne kadar tüketeceği piyasa tarafından belirlenen tüketiciler, şeklini ve yöntemini bilmedikleri bir tüketimi gerçekleştiren özgür olduğunu düşünen fakat firmalara çalışan bir gruptur artık.

Ahlak gittikten sonra

Günümüz toplumunun tüketim kalıplarına baktığımızda, ahlakın gölgesinden kaybolan bir manzara ile karşılaşıyoruz. Mevcut gelirlerine aldırmadan, bulundukları çevrenin aşırı tüketim eğilimine kapılarak, gelecekten umutsuzluk beslemeye itme ihtimaline karşı bile borçlanarak bugünü yaşamaya çalışan insanlar görüyoruz. Anlık hazların peşinde koşan, rastgele harcamalar yapan ve herhangi bir vicdani hesap yapmadan bu tüketim çılgınlığına dalan insanlar bir nevi üretilmektedir. Bu bencil ve doymak bilmez arzuların temelinde yatan şey ise, her ne pahasına olursa olsun daha fazlasını elde etme hırsıdır. Zira kişi maksimum faydanın peşinden koşarken ahlaki olan her şey hakkında sorumlu hissetmemelidir. Bu anlayış, toplumda dayanışmanın yerini bencilliğe, merhametin yerini acımasızlığa bırakarak ahlaki çöküşün temellerini atmaktadır.

Önceki toplumlarda ihtiyaçların sınırsız ve tatminsiz olması hem ahlaki hem de sosyal olarak sorunlu görülmekte iken, günümüz toplumunda ise tüketmeyen kişiler, dışlanmaya daha yakındır. Rasyonalist varsayımı insanların yaşam koşullarını geliştirmekten ziyade onu sınırlamakta, bağımlı kılmakta, hayatı sadece maddi ve tüketilebilir olarak görülmesine neden olmaktadır.

Diğer yandan aşırı tüketimle, lüks ve israf çemberiyle mücadele edildiğinde düşük gelir gruplarını gittikçe daha güç duruma düşüren ve bütün kesimlerdeki fiyatları yukarıya çeken fiyat helezonu belirmez, sonuçta gelir dağılımındaki adaletsizlik ortaya çıkmaz.

Statü, kimlik ve lüks için tüketim başladığında ise bu tür tüketim anlayışları “Bandwagon (sürü) Etkisi”, “Snop (züppe) Etkisi” ve “Veblen (gösteriş) Etkisi” gibi farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler doğurarak öznelliği, kendine has olmayı yok ederek gösteriş toplumunu üretmektedir. Bu durum toplumda çatışan kanalları artırarak statü savaşlarını tetiklemektedir.

Mülksüzler

Kapitalizmin toplumsal refahı bozarak israfa neden olan ilkelerinden biri de mutlak mülkiyet anlayışıdır. Mutlak mülkiyet anlayışı, kaynakların tek elde toplanmasına, azınlık çoğunluğun kaynakları yönetmesine neden olmaktadır. Söz konusu durumda olan insanlar her hakka sahip oldukları düşündürüldüklerinden kaynakları istediği gibi kullanıp atabileceğine inanmaktadır. Ancak ortada acı bir gerçek vardır ki insandaki sahip olma duygusu aşırı tüketim arzusunu teşvik etmektedir. Bu nedenle İslâm iktisadı, sınırsız mülkiyet anlayışı toplumun çöküşünde önemli bir rol oynadığını ileri sürer. İnsanın mülk üzerinde mutlak mülkiyete sahip olması toplumsal dayanışmayı olumsuz etkiler ve refahın toplumda dengeli biçimde dolaşmasını sağlayacak kanalları kapatır. Aynı zamanda mutlak tasarruf yetkisi sınırsız hazzın ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Oysa İslâm özel mülkiyet emeği önceleyen, bencilliği ve maddi arzuları kabul etmeyen, toplumsal düzenle çelişmeyen bir anlayış sunarak klasik iktisadın ileri sürüdüğü en yüksek fayda ve en yüksek kar elde etme ilkesine karşı çıkmaktadır.

Klasik iktisadın kaynakları adil dağıtamamasındaki en önemli etken zaruri ihtiyaçlar, hayatı kolaylaştırıcı ve sonrasında güzelleştirici ihtiyaçların tatmini sıralamasını takip etmemesidir. Kaynakları düşük gelirli çoğunluğun zaruri ihtiyaçlarını karşılamak yerine gelirin büyük bir kısmına sahip olan azınlık çoğunluğun taleplerini gösteriş derecesinde hatta haram daire içerisinde yer alan isteklerini karşılamayı tercih etmektedir. Asıl mânâsıyla kaynakların israf edilmeden ölçülü ve akıllıca kullanılmasını ifade eden iktisadın bugün insanları haz odaklı bir yaşantıya sürüklemesi, serveti belli ellerde toplayan ve orada bekleten, israfı meşru gösteren yaşam modelini normalleştirmekte. Oysa kaynakların sınırsız olmadığı gerçeği bir kefede dururken, kefenin diğer tarafı insana sınırsız keyif imkânına sahip olacağına inandırmaya çalışmaktadır. Doyumsuz tüketim anlayışından doğacak yalan, rüşvet ve ahlaksızlık da sürpriz olmayacaktır. Zira o toplumda adil dağıtım hayal, refah ise yanıltıcıdır.